Monday, October 17, 2011

Paylaşma Bu Yalnızlığı Düşlerinin Hızı İle…

Solcu bir ailenin çocuğu olarak 80’lerin ortasında liseye gitmek çok zordu. Bir önceki kuşağın bıçak gibi kesilen efsanevi öyküleriyle büyüyor ve bir türlü kendi hikayelerimizi yazamamanın kırıklığını yaşıyorduk. Küllenmeye yüz tutmuş bir ateşi canlandırmak için bizlerden medet umanlar çoktu. Onların bize verdikleri kitap, dergi veya yazılardan hiçbirisi, Ahmet Kaya kadar etkili olamadı. Ahmet Kaya’nın sesinde kendimizi bulduk. Daha farklı, anlamlı bir gençliğin mümkün olabileceğini sezdik.

Yıl 1989. Boğaziçi Üniversitesi Orta Kantin’inde bir an önce solculara karışmak için sabırsız bekleşirken, bir gurup öğrenci içeri girdi. Bunlardan birisi sanki benimle konuşuyordu. Bizleri, “Paylaşma bu yalnızlığı düşlerinin hızıyla!” diyerek eyleme çağırıyordu. Zülfü Livaneli’nin Genç Olmak şarkısından alınan bu çağrı kadar etkili bir başka cümle hatırlamıyorum. İzleyen yıllarda duvara astığımız, “Sensiz bir kişi eksiğiz!” sloganının, başka arkadaşları yüreklerinden yakaladığına şahit olacaktım.

Fakat solcu abi ve ablalarımla ilk temasım hayal kırıklığıydı. Farklı gurupların ortak bir dernek çalışmasında bir türlü yan yana gelememeleri, ama bunu çok büyük lafların arkasına sığınarak yapmalarının ne anlama geldiğini çok kavrayamamış, yine de bundan rahatsız olmuştum. Niye bu kadar çok sigara içiyorlardı? Heyecanlı olduklarını göstermemeyi erdem sayıyorlardı belki de? Zamanla bunun nedenini anladım: Solcular olarak bizler, genç olmadan büyümeye koşullanmıştık. Örgütlü olduklarında arkadaşlarımızın ses tonları bile değişiyor, yüzleri asılıyor ve çocuksu, çelişkili ve kırılgan taraflarının ortaya çıkmasından rahatsız olmaya başlıyorlardı. Kalpleriyle düşündükleri için solcu olanların, istemeden de olsa iktidarın diliyle konuşmaya başlamaları, geçmişte olduğu gibi, bugün de en büyük çelişkimiz.

Oysa gençlik, çelişerek değişmek ve gelişmek olmalı. Daha 18’li, 20’li yaşlarınızda en doğru, yanılmaz teorik doğrultuya sahip olduğunuza inanır ve diğerlerini ancak sizin doğrultunuzu kabul ettikleri zaman değerli; diğer durumlarda değersiz ve hatta zararlı görmeye başlarsanız, aslında iktidarın diline, tavrına esir olmuşsunuz demektir. Toplumda en ufak bir izi olmadığı, kalmadığı halde kendisine vurgun bir kibir de ancak böyle mümkün olabilir: Her zaman haklı olmanın kibri. Ne var ki, kendi içerisinde tutarlı görülen bir ideolojik soyutlamayı ısrarla sahiplenmeniz, o ideolojik soyutlama toplum tarafından sürekli yanlışlandığında pek bir şey ifade etmiyor. Bir yanlışı savunmanın adı, “yedi düvele karşı direnmek, taviz vermemek” olarak kutsanıyor.

Etkileşime, diyaloga kapalı bir tutum, en nihayetinde karşıtlarınızı insansızlaştırmayı, karikatürleştirmeyi getiriyor ki, hayat bu basitleştirmeleri kaldıramıyor. Yakın zamanda solcu bir öğrenci gurubu, Genç Sivilleri “modern faşistler” olarak eleştirmişti. Böylece onlarla en ufak bir etkileşimi, yan yana gelme ihtimalini, onların meşruluğunu daha başından dinamitleyerek yok etmiş oluyordu. Oysa çoğalabilmenin biricik yolu, başkalarıyla ortaklaşabilmek, “yozlaşmadan uzlaşabilmekten” geçiyor. Pek çok sol gurup hala inatla, “tek tipleşerek çoğalmak” gibi hem demokratik olmayan, hem de artık pratikte imkansız bir tarzı savunmaya devam ediyorlar. Büyük bir özveriyle ve irade gücünü son sınırlarına kadar zorlayarak birkaç yüz kişi olmayı “başarıyorlar,” ama sadece kısa bir süre için. Kısacık bir parıltı ve coşku anından sonra, çok sayıda insan bu yapılardan ayrılıyor ve örgütler yine başladıkları yere geri dönüyorlar. Biz bu yanlışı ne kadar çok yaptık ve yapmaya da devam ediyoruz…

“En tutarlı, en doğru yol benimkisi, benim saflarıma gel!” dediğinizde, kapitalizmin her alana yaygınlaştırdığı rekabetçi tavrı yeniden üretmiş oluyorsunuz aslında. Değişik sol gurupların, 1 Mayıs’ta kalabalık görünmeye verdikleri önem, bu rekabetçiliğin en rahatsız biçimde dışa vurduğu yerlerden sadece birisi. Kalabalık bir eylemci “kitle” fotoğraf verirken, kendi gurubunun bayrağıyla en öne fırlamak ve “bu kitleyi aslında ben örgütledim” mesajını vermeye çalışmak, şehrin her yanını süsleyen reklam panolarıyla, akşam ne izlememiz gerektiğini bize belletmeye çalışan tavırdan ne kadar farklı? Hayatın her alanını esir alan rekabetçi, hiyerarşik toplum yapısına karşı, en basit dayanışma kültürünü bile öremememiz, durmadan kardeşlerimizi incitmemiz, gayrı meşru saymamız, egemen kültürel kodlardan çok da uzaklaşamadığımızı göstermiyor mu?

Hayat ve ideoloji arasındaki açı giderek açıldığında, öfkeli bir reaksiyonerlik, giderek bakış açılarımızı köreltiyor. Genç yaşlarda her şeye öfke duyan, “kendisi gibi bir avuç temiz” insanın dışındakileri sürekli olumsuzlayan bir ruh haline esir olunuyor. Ama hayat sürekli olumsuzlama ve öfkeyle sürdürülemiyor. Tam da bu nedenlerle, çok inatçı, dirençli sandığımız insanlar, bir gün sessizce çekiliyor bu hayattan ve ertesi gün, takım elbisesini çekip, başka bir hayata sorgusuz, sualsiz atlayabiliyor. İnatçı dogmatizmden, “inançsız tüketiciler enternasyonali” vagonuna atlamanın bu denli kolay olması neden? Sahiden de, gençlik yıllarımdan bu yana, bir zamanlar en radikal duruşu sergileyenlerin, bugün ne yaptıklarına baktığımda, çok şaşırıyorum. Bir zamanlar bütün yönleriyle olumsuzladıkları hayatın, “o kadar da fena olmayabileceğini” keşfetmiş görünüyorlar. Gençlik yıllarında hayatı çok fena ıskalayanların, zamanla en muhafazakar yetişkinlere dönüşmeleri nedendir? Elbette bu durumun istisnaları var. Ama bu geçişi kolaylaştıran en önemli unsur, bu ülkede genç olmayı doğal sayan, “büyümeye” direnen bir karşıt kültür yaratılamamış olmasıdır.

Karşıt kültür, iktidardan uzakta ama kendinizi evinizde hissedebileceğiniz alanlar inşa etmektir, en kestirme ifadesiyle. Bizler böylesi karşıt kültür alanları, muhalif kamusal alanlar yaratamıyoruz. Karşı olduğumuz iktidarların hırçınlığının, acımasızlığının ulaşamadığı, kendimizi var ettiğimiz alanlarımız yok. Bu yüzden de kısa bir süre sonra başka hayatlara yolculuk ediyoruz, sıkılıyoruz sıcaklık barındırmayan muhalif hayatlarımızdan. Üniversite bitince muhalifliğin bitmesinin bir nedeni de bu olmalı. Karşıt kültürün temeli, ötekilerimizi varoluşsal olarak meşru gören, onları kazanma öz güvenine dayalı bir itaatsizlik olmalı. “İyi şair, kötü siyasetçi” İsmet Özel’in ifadesiyle, bizler “kadirşinas itaatsizler” olmalıyız. Toplumla sürekli etkileşime giren, siyasete özcü yaklaşmayan, siyasetin hedeflerinden ziyade, siyaset yapmanın kendisini de, içerisinde rahat edeceğimiz karşıt alanlar inşa etmek olarak değerlendiren bir bakış açısına ihtiyacımız var. Belki de hep genç kalabilmek böyle mümkündür.

Böyle bakınca bu yazıya ilham veren Genç Olmak şarkısı bir başka anlam kazanıyor sanki. Ne mutlu, türkülerini, dostuna yarasını gösterir gibi söyleyenlere…

Sisli bir kent puslu akşam
camlarına yaslanmada
odada sen bir başına
kaygılarla kuşatmada
söyle canım söyle bana
anlat nedir genç olmak
her akşam bu yalnızlıkta
öksüz bir kuş havalanır
kanat çırpar karanlıkta
insanlardan yaralanır
söyle canım söyle bana
anlat nedir genç olmak
paylaşma bu yalnızlığı
düşlerinin hızı ile
türkülere dök içini
öyle bin bir sızı ile
söyle canım söyle bana
anlat nedir genç olmak

Friday, October 14, 2011

Ne olacak bu Amerika’nın hali?

8 Ekim 2011, Chicago Ne olacak bu Amerika’nın hali?
ABD’de son dönemlerin popüler dizilerinden Good Wife (İyi Eş), Amerikalı Liberal avukatların paraları ve cüzdanları arasındaki sıkışmışlıklarını çarpıcı biçimde ele alıyor. Dizinin merkezindeki hukuk bürosu, arada idam mahkumlarının temyiz başvuruları gibi ‘idealist’ şeyler yapsa da, güç ve paranın baş döndürücü kurtlar sofrasına mükemmelce uyumlanıyor. Dizinin süregiden siyasal yozlaşmaya dair göndermeleri de ilginç.
Dizi kahramanlarından birisi Bölge Savcılığı seçimlerine katılmak üzeredir. Kendisi, WASP (Beyaz, Anglo-Sakson, Protestan) kökenli olduğu halde, ‘kurnaz bir Yahudi’ kampanya danışmanı edinir. Adayımız, Chicago’da sayıları hayli fazla olan siyahlardan oy kapmak için siyah bir rahiple muhabbet kurar, ona içini döker, tövbeye gelir! Eşcinsel örgütlerinden yeterli bağış gelmediğini anlayan kampanya danışmanımız, bu guruplardan birisine gider ve nedenini sorar. Bunun üzerine eşcinsel lider, “Sizin aday, elinde Yahudi Lobisi’ni kötüleyen bir kitapla görüntülendi” der. Bizim Yahudi kampanya danışmanının cevabı, Amerikan siyasetinin içi boşalmış, değersizleşmiş performatifliğini çarpıcı biçimde ele verir: “Ha, Yahudi şeyi yüzünden yani!” Zaten performans sergilemeniz veya güzel yalanlar söylemeniz gereken birkaç tabu alanı vardır ve Yahudi kampanya danışmanı bile bunun ne kadar sıradanlaştığını vurgulamak için bu ifadeyi kullanır. Bu listeye, vergi, kürtaj, idam cezası yandaşlığı, silah taşıma hakkı, Federal devlete duyulan nefret de eklendiğinde bütün siyasal tartışmaların çatısı çatılmış demektir. “Yoksulların tembel oldukları için, Amerikan rüyasını ıskaladıkları” inancının, yoksullar arasında dahi taraftar bulduğunu bu listeye eklediğimizde, seçimlerde dönen oligarşik dolapları çok daha iyi anlayabiliriz…
Diziden devam edelim. Bizim aday, Yahudilerle arayı düzeltmek için evinde Yahudilere bir yemek verir. Orada elinde taşıdığı Yahudi Lobisini eleştiren kitabın, aslında kızına ait olduğu anlaşılır. Meğerse adayımız ev taşıması sırasında bu kitabı tesadüfen elinde tutar ve anında görüntülenir! Mesele tatlıya bağlanmışken, Obama hayranı küçük kızımız, “Mavi Marmara olayında 9 kişiyi öldürmek ne kadar doğruydu?” diye bir soru sorarak, kampanyaya soğuk su sıkar! Dizide, makuliyeti ve umudu simgeleyen karakterler genelde kadınlar ve gençlerdir…
On yıl önce bir yıl yaşadığım ABD’ye, akademik nedenlerle yeniden geldiğimde, siyahların durumunu daha da kötü buldum. ABD’nin resmi kaynakları, yoksulluk sınırı altında yaşayanların 2009’da 43,6 milyon olan sayılarının, bu yıl 46, 2 milyona ulaştığını duyurdu. 2010’da ABD Tarım Bakanlığı, 17 milyon Amerikalının ‘beslenememe riski’ altında olduğunu duyurdu. Ciddi bir tarım ürünleri fazlası olan bir ülkeden bahsediyoruz. Bu istatistiklerde bahsi geçenlerin çoğunun siyah olduğunu söylemeye gerek var mı? Basit bir tren yolculuğu bile Amerika’da mekânsal-sınıfsal bölünmeye dair fikir verebilir. Siyah mahallelerinde trene binenlerin çoğu, kötü beslenme nedeniyle obezdir. 2009 rakamlarına göre ortalama 15 siyah çocuktan birisinin, anne veya babası hapiste. Bu sayı Latin kökenlilerde her 42 kişiden biriyken, beyazlar için 111 kişiden birine denk düşüyor. En kötüsü de, bir zamanlar siyahların bilinçlenmesi için şahlanan radikal örgütlenmelerin, artık taban bulamıyor olmaları. Siyasete dair yaygın bir kayıtsızlık söz konusu…
Gelelim ‘Aslan Sosyal Demokrat’ Barack H. Obama’ya. Kendisi gençleri harekete geçirmeyi başardığı için ve de Oğul Bush’un olumsuz mirası sayesinde seçimleri kazanmıştı. Yine de yoksulları oy vermeye ikna etme konusunda çok başarılı olamadı. Amerikan seçimlerinin oligarşik doğası, başkanlık seçimlerinden iki yıl sonra yapılan seçimlerde ortaya çıkıyor. Bu seçimlerde Temsilciler Meclisi’nin tamamı (435) ve Senatonun (100) üçte biri yenileniyor. Örneğin 2008 Başkanlık ve Kongre seçimlerinde katılım yüzde 57’yken, 2010’da bu oran yüzde 37’ye düştü. Yani, Başkanlık seçimlerinden sonraki en kilit seçimlerde sadece kaymak tabaka oy kullanıyor ve tabi ki, kendi benzerlerini Kongre’ye gönderiyor. Bu inanılmaz oligarşik adaletsizliği Obama da boz(a)madı. Çünkü Demokratlar, Amerikan Orta sınıfının partisi. Yeni göçmenleri ve yoksulları örgütlemek ve harekete geçirmek için çok da istekli değiller. Bir kez Pandora’nın Kutusu açılırsa, yeni dalga, Demokratların oligarşik beyaz liderliğini tasfiye edebilir. Obama da, bu oligarşik liderliğin sözünden çıkacak karizmayı gösteremedi. Neo-Keynezyen iktisatçı Paul Krugman, Obama seçildiğinde iklimin çok müsait olduğunu vurgulayarak, hemen yoksullar lehine düzenlemeler yapmasını önermişti. Zaman kaybedilirse, Obama’nın reform şansının azalacağı kehanetinde bulunmuştu. Tam da dediği oldu. Obama’nın sınıf siyaseti izleme ihtimalinden ürken tuzu kuru kesimler, büyük paralar harcayarak kamuoyunu yönlendirmeye başladılar ve Obama’nın hareket alanını iyice kıstılar. Başkan seçimlere az kala, sınıf siyaseti söylemini kullanmaya başladı ama artık kimseye inandırıcı gelmiyor.
Daha da kötüsü, Obama’nın “uluslararası ilişkilerde ABD’yi zayıflattığı, yumruğunu masaya vuramadığına dair” yaygınlaşan kanaat. Bu güçsüzlük algısı, kimi ABD’lileri yeniden bir kovboy arayışına sokmuş durumda. Ne zaman zayıf hissetseler bir ‘Malboro Man’ arayışına giriyorlar. Ve aranan kurtarıcı kovboy bulunmuş görünüyor: Teksas Valisi Rick Perry! Perry, bir zamanlar Demokrat Parti’den milletvekiliydi. Al Gore’un Başkanlık Kampanyasına destek verecek kadar da gözü karaydı. Teksas’da Hıristiyanlık alıp yürüyeli beri, kariyerini Cumhuriyetçilerde görmeye başladı ve parti değiştirdi. Sonradan dindar kesilenlerin şedit dinciliği mevcut kendisinde. Görünen o ki, Obama eski Amerika’nın simgesi olan bir kovboyla yarışacak. Ama kendisi yeni Amerika’nin simgesi olamadı maalesef. Türkiye’de bir köyde muhtar olmaları dahi çok zor olan Cumhuriyetçi başkan adaylarıyla ilgili bir yazıyı da artık gelecek sefere paylaşırız…

Friday, February 18, 2011

Mısır’da yaşananlara dair bir arkaplan denemesi…

Yüksel Taşkın
Mısır’da yaşananlara dair bir arkaplan denemesi…
1977 Ekmek İsyanları dışında yaklaşık otuz yıldır sokakları sessiz olan Mısır, aslında sokak siyasetinin son derece güçlü ve etkili olduğu bir kültüre sahipti. 20. Yüzyılın ilk yarısı Britanya sömürgeciliğine karşı önemli kitlesel hareketlere sahne olmuş, Nasır ve arkadaşları bu hareketleri fırsat bilerek 1952 yılında bir darbe yoluyla iktidara gelmişlerdi. 1940’ların sonunda en etkili sokak gücü olan Müslüman Kardeşlerin yıldızı Nasır’la barışmayınca, hareket 1970’de Nasır’ın ölümüne kadar büyük baskı altında tutuldu. 60’ların ikinci yarısında gençler ve entelektüeller arasında giderek etkinlik kazanan Marksist muhalefet, 1967’de İsrail karşısında alınan utanç verici yenilginin ardından, Nasırcılıkla arasındaki eleştirel mesafeyi daha da açmaya başladı. Nasır ölünce yerine geçen Enver Sedat, önce Marksist solu ve Sol Nasırcılığı yenmek için Müslüman Kardeşlerin önünü açtı. Sedat, rotayı ABD’ye çevirerek, İsrail’le barış yapma yoluna gidince, İslamcı muhalefet, “firavun” olarak gördüğü Sedat karşısında direnişe geçti. Sedat, 1981 yılında en iyi askerlerinden oluşan bir geçit törenini izlerken, onu tarayarak öldüren İslamcı askerler,”Firavunu öldürdük!” diye bağırıyorlardı…
Suikast sırasında Sedat’ın yanında olan eski Hava Kuvvetleri komutanı Hüsnü Mübarek, yeni Cumhurbaşkanı olarak göreve başladığından bu yana geçen 30 yılda bu anı hiç unutmadı. Mübarek’in karşısındaki en güçlü muhalefetin İslamcılardan oluştuğu açıktı. Mübarek, silahlı direnişi seçen Radikal İslamcıları şiddetle bastırma yoluna gider ve bunda açık bir başarı elde ederken, ılımlı bir İslamcılaşmayı teşvik ederek, asıl tehdit olarak gördüğü Müslüman Kardeşleri etkisizleştirmeye girişti. Artık devlet okullarında Evrim Teorisi öğretilmiyor, Mısır Hava Yolları’nda içki servisi yapılmıyordu! “Biz de Müslümanız!” şeklinde özetlenebilecek bu siyasetler, Müslüman Kardeşlerin, paralel bir toplum yaratma stratejisini istemeden de olsa teşvik etmiş oldu. Rejim, silahlı mücadeleyi reddeden, toplumun İslamileştirilmesi stratejisini izleyen örgüt karşısında kimi zaman açık baskı, kimi zaman da dolaylı kabullenme yöntemlerini izlese de, kalıcı bir başarı elde edemedi. Bu başarısızlığın en temel nedeni, Devlet’in izlediği acımasız neo-liberal siyasetlerle, orta ve alt-orta sınıfların ideolojik ve maddi sadakatlerini “satın alabilme” kapasitesinin ortadan kalkmasıdır. 1960’larda Nasır’ın peşinden giden bu kesimler, artık büyük ölçüde İslamcı oluşumlarca içerilmektedir.
Nasırcı siyasetler sonunda sayıları büyük ölçüde artan üniversite mezunlarına, devlette istihdam garantisi verilmesi uygulaması 1986 yılında sona erdirildi. On binlerce mezun için çare artık “özel sektördü.” Önemli bir iktisadi büyüme ve sektörleşme yaşanmayan ülkede, çok sayıda eğitimli genç, İslamcıların başını çektiği hizmet sektöründe istihdam şansı buldu. Doktorların yüzde 70’inin 35 yaş altı gençlerden oluştuğu ve bunların büyük kısmının, 60’ların profesyonellerinin hayat seviyesine asla ulaşamayacağı bir ülkeden söz ediyoruz. Bu genç profesyoneller için, “lümpen elit” veya “profesyonel sınıf altı” kavramlarını kullananlar bile var. İşte bu gençlerin büyük gövdesini İslamcılar, onların da büyük gövdesini Müslüman Kardeşler oluşturuyor.
Mısır’ın kendine özgü siyasal yapısında, Rejim siyasi partileri teşvik etmediğinden ve meslek örgütlerine üyelik zorunlu olduğundan, bahsedilen İslamcı gençler, Baro’larda, Tabipler Odası’nda, Mühendis Örgütlerinde siyasal tecrübe ediniyorlar. Bu örgütlerin büyük bir bölümü, Müslüman Kardeşlerin ya tek başlarına ya da Liberallerle veya Solcularla ittifak kurarak yönetimleri ele geçirdikleri örgütler. Burada siyasal tecrübe edinen genç kuşak, dünyayı izleyen, pragmatik ve en önemlisi, farklı görüşlerden insanlarla beraber çalışmayı bilen bir kuşak. Tam da bu nedenlerle hem Mübarek Rejimi, hem de mevcut Müslüman Kardeşlerin liderliğini elinde tutan “Aksaçlı, Hapishane Kuşağı,” en çok bu kesimden ürküyorlar. İlginç olan, Mısır’ı yönetenler ve onların görünüşte en ciddi rakipleri olan Müslüman Kardeşler liderliğinin, yaşlılar yönetimi (gerontocracy) söz konusu olduğunda örtük biçimde ittifak edebilmeleri. 1990’ların ortalarında ve ondan sonra, genç kuşak Müslüman Kardeşler üyeleri, Wasat (Orta yol) isimli bir parti kurmaya niyetlendiklerinde, hem “Aksaçlılar, hem de Mübarek rahatsız olmuştu. Beklendiği gibi Devlet, böyle bir partinin kurulmasına izin vermedi.
Bu da bizi iki temel meseleye yeniden bakmaya yöneltiyor: Rejim’in, halk ayaklanmalarıyla yıkılan diğer rejimlere benzer biçimde, siyasal güç paylaşmaktan ısrarla kaçınma öngörüsüzlüğü. İkincisi de, eğer bir geçiş hükümeti kurulup, serbest seçimler yapılarsa, neler yaşanabileceği. Birinci konuda artık perde kapanmıştır. Yani, Mübarek’in temsil ettiği yaşlılar bloğu, Ulusal Demokrasi Partisi’nde (UDP) dahi gelecekte iktidarı devralabilecek bir kuşak yetiştirme yoluna gitmemişlerdir. Laik, Liberal, Solcu hiçbir kesim, siyasal iktidara ortak edilmemiştir. Bu basiretsizliği İran Şahı da göstermiş, 70’lerde var olan sahte iki partili hayata dahi tahammül edemeyerek, Devrimler Çağında yapılabilecek en büyük hatayı yapmıştı.
Son günlerde Mısır’da yaşanan öfkeli halk ayaklanmasından kısa bir süre önce, bir seçim rezaleti yaşanmıştı. 2005 seçimlerinde muhalefet, yaklaşık 120 sandalye kazanmış bunun 88’i Müslüman Kardeşlere gitmişti. Kurulduğundan beri tüm seçimlerde en az üçte iki çoğunluk elde etmeye ayarlı UDP, bu seçimlerde 454 sandalyeden 330’unu kazanmıştı! Yani, demokrasicilik oynamak açısından bakıldığında kendileri için sorun yoktu. Böylece kendilerine, “iktidarı elinizde tutun ama birazcık paylaşın!” tavsiyesinde bulunan Bush Yönetimi de teskin edilebilecekti. 2010 seçimlerindeyse evlere şenlik bir tablo ortaya çıktı. NDP, 518 sandalyeden 420’sini kazanırken, muhalefet 16 sandalyeye inivermişti. Mısır seçimlerini bilenler, iktidara yakın seçmenlerin birkaç kez oy vermelerine, muhalefetin güçlü olduğu yerlerde sandıkların halktan korunmasına ve memurların elleri yorulana kadar sahte oy pusulası hazırlamalarına da alışkınlar. Ama her şeyin bir adabı var. Son seçimlerde halk, onurunun utanmazca çiğnenmesinden çok rahatsız oldu.
Müslüman Kardeşlere gelince, bu yapı çalışma tarzı açısından Gülen Cemaatine benzeyen, ama resmi ideolojisi bakımından MSP ve RP arasında bir yerlerde kalan bir yapı. Mevcut liderliğinin ideolojisinden bahsediyoruz. Örgütteki genç kuşağın, demokratik zihniyete daha yatkın olduklarını, laik muhalefetle beraber iş yapma kültürlerinin Tunus’tan geri ama Türkiye’den çok daha ileri olduğunu vurgulamalıyız. Türkiye’de bu örgütün iç gerilimlerden bağımsız, adeta Leninist bir disipline sahip olduğu yönünde yanlış bir algı var. Bize göre, demokratik bir anayasa eşliğinde sahici bir çok partili hayata geçilmesi, Müslüman Kardeşlerde ve tüm ülkede, dünyayı anlayan ve dünyayla beraber hareket etmek isteyen gençlerin önlerini açacaktır. Öyleyse, “Serbest seçimler olursa Müslüman Kardeşler iktidara gelir(mi)” ifadesinde ortaya çıkan korku ve iktidar dilinin artık rahatsız edici boyutlara vardığını, turistik yerler dışındaki bölge insanlarına da kardeşçe bir ilgi duymamız gerektiğini anımsama vakti gelmiştir…

Ortadoğu: Demokratikleşme dalgasında bir istisna mı?

Yüksel Taşkın 7 Ocak 2011
Ortadoğu: Demokratikleşme dalgasında bir istisna mı?
1991’de yazdığı kitabıyla tüm dünyada yeni bir demokratikleşme dalgası yaşandığını müjdeleyen ve buna “Üçüncü Dalga” adını veren Samuel P. Huntington, bundan iki yıl sonra oldukça karamsar bir havaya sahip olan ve ciddi tartışmalar yaratan, Uygarlıklar Çatışması makalesini kaleme aldı. İki çalışmada da merkezi konumda olan tezlerden birisi, Hıristiyanlığın bireyciliğe ve demokratik değerlere daha yatkın olduğu, bu nedenle demokratikleşme sürecinde önemli bir avantaj sağladığı iddiasıydı. Yazara göre Güney Kore’de Hıristiyanların toplam ağırlıklarının yüzde 25’e ulaşması, ülkenin demokratikleşmesine olumlu etkide bulunmuştu! Aynı bakış açısı 1960’li yıllarda, sadece Protestanların ağırlıkta olduğu ülkelerde demokrasinin yerleşebileceğini savunuyor, Katoliklerin bireyciliği yadsıyan gelenekleri yüzünden otoriter rejimlere yatkın olduklarını iddia edebiliyordu. Gün geldi, Katolik ülkeler de demokratikleşme dalgasına kapıldılar.
Bu bayat tezlerin sahipleri, içeriği pek değiştirmeden aynı görüşlerini bu defa İslam’ın ağırlıkta olduğu toplumlara uyarlamaya başladılar. İslam, barındırdığı “değişmez özler” nedeniyle, otoriter rejimleri besliyor, tam da bu nedenle Ortadoğu, küresel demokratikleşme dalgalarında hep bir istisna oluşturuyordu. Bu yazıda, bu türden kültürcü tezlerin sorunu açıklayamadığı, bunlar yerine kimi yapısal unsurların önerilmesi gerektiği savunulacak.
Yapısal unsurlardan bir tanesi, tarihsel nedenleri de olan, devlet kapasitesinin gelişmişliğiyle ilgilidir. Diğer bir açıklama muazzam petrol gelirlerinin mümkün kıldığı Rantiyer Devlet yapılanmasıdır. Bu yazıda rantiyer devletlerle ilgili kapsamlı bir analiz yapılmayacaktır. Bu iki yapısal unsur- güçlü devlet kapasitesi ve rantiyer devletler- SSCB ve ABD’nin verdikleri desteklerle daha da katmerlenme imkanı buldular. Sadece petrol değil, Arap-İsrail çatışması da, hem uluslararası hem de bölgesel rekabeti kışkırttığı için, Ortadoğu, dünyanın en fazla silahlanan (dünya ortalamasının üç katı oranında!) bölgesi oldu. Böylece devletlerin baskıcı politikaları, “yakın ve uzak tehdid” söylemiyle meşrulaştırılmaya çalışıldı. Devlet kapasitesi, en basit tanımıyla, devletin toplumsal sınıf ve tabakaları şekillendirebilme gücüdür. Bu açıdan bakıldığında, Mısır, Irak ve Suriye, güçlü toprak sahibi sınıfların bulunduğu; eğitimli orta sınıfların 1950 sonrasında gerçekleştirdikleri devrimlerle, bu sınıfların siyasal ve iktisadi güçlerinin büyük ölçüde kırpıldıkları ülkeler olarak öne çıkmaktadırlar. Bu ülkeler, otoriter, modernist, laik cumhuriyetler olarak yapılandırıldılar. Dini ve etnik azınlıklara ve özellikle komünistlere göz açtırmazlarken bir takım sosyalist politikalar uygulamayı da ihmal etmediler.
Devlet, iktisadi alanı denetim altına alarak, kendisine bağımlı bir iş dünyası yarattığı gibi, kendi önceliklerine bağlı ulusalcı bir aydın kuşağı yetiştirmeyi de ihmal etmedi. Bu rejimlerin yaşayabilmelerinde iki önemli unsur dikkati çekiyordu: Birincisi devletin, iktisadi kaynakları devreye sokarak, yoksulların ve özellikle alt-orta sınıfların siyasal sadakatlerini “satın alabilmesi” kapasitesidir. İkincisi, özellikle Sovyetler Birliği tecrübesinden de istifade ederek, muazzam bir baskı aygıtı yaratabilmesidir. İstihbarat, ordu, polis ve para-militer örgütlenmeler yoluyla verilmek istenilen mesaj açıktır: Devletin dışında nefes alacak, adım atacak alan yok! Fakat Sovyetler Birliği’nin dağılması ve yukarıda bahsedilen “sadakat satın alma” politikalarının sonuna gelinmesiyle, bu türden rejimlerde “denizin sonuna” gelinmiştir.
Sözgelimi, ABD yardımıyla ayakta kalan, giderek yozlaşan ve tipik bir yaşlılar yönetimi örneği olan Mısır’da serbest seçimler yapılırsa, sandıktan Müslüman Kardeşlerin çıkması büyük olasılıktır. Tam da bu nedenlerle, 2010’da yapılan genel seçimleri iktidardaki Ulusal Demokrasi Partisi silip süpürdü! Katılımın yüzde 25’i bulmadığı seçimlerde, muhaliflerin yaşadığı bölgelerde sandıklar polis tarafından halktan korundu! Bir önceki genel seçimlerde George Bush’un baskısı altında kaldığı için muhalefete 120 sandalye bahşeden Mübarek’in partisi, 2010 seçimlerinde muhalefete adeta “sıfır çektirmiştir.” Ne var ki muhalefet güçleri, kendi paralel toplumlarını inşa etmekte, Mısır devletini, toplumun taşımak zorunda olduğu, meşruiyeti kalmayan, gereksiz bir yüke dönüştürmektedir. Mısır devleti, bir zamanlar alt sınıfların, özellikle eğitim şansı bulan alt-orta sınıfların sadakatlerini “satın alabilirken”, bugün bu kesimler devletin giderek zayıflayan kapasitesinin farkındadırlar ve onun dışında ve uzağında bir hayat kurmaktadırlar. İktidar ilişkilerinin var olan şekliyle devam edemeyeceği açıktır, ama değişimin ne yönde olacağını son tahlilde toplum ve onun verdiği mücadeleler belirleyecektir.
Benzer bir sürecin 1979’da devrim geçirmiş İran’da yaşanması da ilginçtir. Bugün İran’ı ayakta tutan, İslam Devrimine dair duyulan “İslami” bağlılık değil; Devrim’den sonra yaratılan muazzam bir baskı aygıtı ve büyük ölçüde petrol gelirlerine bağlı olan iktisadi popülizmdir. Yapılan kimi hesaplara göre, rejime ideolojik sadakati olan kesimlerin oranı en fazla yüzde 15’tir. İran, 1979 Devriminin ardından, petrol rantlarına dayalı bir iktisadi popülizm inşa etti. Bu popülizmi sürdürme imkanları daraldığı ölçüde, toplumun baskısını ensesinde hissedecektir. “Petrol gelirlerini yoksul halkın masasına koyacağız”, “İnsanlar devrimci değerlere geri dönüşü sadece başörtüsü meselesi sanıyorlar. Ülkenin asıl meselesi istihdam ve konut sorunudur; kimin ne giyeceği değil,” gibi iktisadi sloganlarla 2005 ve 2009 Başkanlık Seçimlerine giren ve İran Derin Devleti sayesinde bu seçimleri kazanan Ahmedinejad’ın yakın zamanda, yoksul halkın en büyük güvencelerinden olan devlet yardımlarında 40 milyar dolara yakın kesintiye gidileceğini duyurması, “denizin bittiğinin” veya iktisadi popülizm imkanlarının daraldığının açık bir işareti.
Devrimi yapan kuşağın büyük çoğunluğu artık Reformcu saflardadır, değişim istemektedir. Bu kesim, zaman içinde demokrasinin değerini öğrendiği gibi, giderek artan uluslararası dışlanmanın ülkeyi iktisadi iflasa sürüklediğinin farkındadır. Yine bu kesim, İran’ın resmi ideolojisi ve toplumsal gerçeklik arasında giderek artan uçurumu görmektedir. İran toplumu dolaylı ve dolaysız yollardan kendi gerçekliğini inşa ederek, devleti toplumun kıyısına itelemektedir. İran’da seçkinler arasında oluşan çatlağın en önemli nedeni, toplumun, İslamileştirme politikalarını benimsememesi ve uzun vadeli, inişli çıkışlı bir mücadeleyle buna direnç göstermesidir. Bu noktada İran Devletinin baskı aygıtlarının değişime izin vermeyeceği iddia edilebilir. Sahiden de Düzenli Ordu’nun yanında Devrim ideallerine daha bağlı Devrim Muhafızları Ordusu, yoksulları seferber eden faşist para-militer Besiç örgütünün varlığı önemlidir. Ne var ki İran halkı, Şah’a isyan ettiğinde Ortadoğu’nun en güçlü ordularından birisini mağlup etmeyi başarmıştı. Elbette, “Hikaye’de silah varsa patlayabilir.” Ama silahı ateşledikten sonra da sokaklar boşalmıyorsa, silah atan eller tutukluk yapabilirler. Ne de olsa o silahlar halk çocuklarının elindedir…
Son dönemde Ortadoğu halklarının kültürel ve siyasal bilinçleri ve değişim arzuları, kendilerini yöneten yaşlılar kastının ötesine geçmiştir. 1990’lı yıllarda Latin Amerika’da “demokratikleşme dalgası” olarak müjdelenen, aslında neo-liberal reçetelerin halka yutturulmasından ibaret olan “düşük yoğunluklu demokrasi” masalı sona erdi. Onun yerine 2000’li yıllarda, örgütlü halkın çoğulcu muhalefet tarzları inşa etmesiyle, aşağıdan yukarıya gerçek bir demokratikleşme dalgası oluştu. ABD bütün enerjisini Ortadoğu’ya yöneltirken, “arka bahçesinde” demokrasi gülleri açıverdi. Darısı başımıza değil, ayaklarımıza…

Saturday, October 30, 2010

Demokratsız Demokratikleşme 'Projesi'nin İflası veya Siyasetsizliğin Sürekli Kriz Halini Aşmak

Demokratsız Demokratikleşme 'Projesi'nin İflası veya Siyasetsizliğin Sürekli Kriz Halini Aşmak
Yüksel Taşkın
Şu anda acaba kaç milletvekili, “önümüzdeki genel seçimlerde Genel Başkanım beni seçilecek bir yere koymazsa?” şüphesiyle uykusuz geceler geçirmektedir? ‘Başkan’, grup konuşması yapacağı salona girerken, milletvekillerinin çoğunun ezikçe yarı hazırola girmeleri de bundan ayrı düşünülebilir mi? Veya lise yıllarında canı sıkıldıkça sıra dayağına çıkan okul müdürünü korkuyla bekleyen öğrencilik hallerimizi anımsayalım.


Müdür sınıfa girip, bizi şaşkın bırakır bir halde gülümseyip, “bu öğlen sizinle bir maç yapalım, methinizi çok duyduk,” diyerek çekip gittiğinde, ardından “delikanlı adammış aslında” diye bağıranlar da bizler değil miydik? Biliyoruz ki, seçilecek yere konulacak milletin vekili de çocuklar gibi şen olacak, belki biraz lise yıllarının haylaz işlevsizliğini andıran Meclisin tatlı, ereksiz telaşına yeniden kavuşabildiği için mutlu hissedecektir. Bu mühim adamcılık oyununa kendisini öylesine kaptıracaktır ki, “sahi ben ne işe yarıyorum?” sorusunu unutuverecektir. ‘Tayyip Reis’ gemiyi batırana kadar sesini çıkarmayacak, ancak ondan sonra şerefli bir parti içi demokrasi mücadelesine soyunacaktır. Ancak o zaman, Genel Başkan’ının, “Fazilet ve Refah geleneğinde, parti içi demokrasi yoktu. Erbakan’a biat etmeyenin önü kesilirdi” diyerek, şimdi mensubu bulunduğu partiyi kurmaya soyunduğunu hayal meyal hatırlayacaktır. Kendileri demokrat olamadan, proje demokrasiciliğine soyunanların bu hallere düşmeleri de şaşırtıcı olmamalı. Sahi, bu ülkede ‘siyasetçiler’ ne işe yararlar?


Peki bu nasıl bir demokratikleşme hamlesidir? Biçimsel demokrasinin en basit kurallarıyla bakarsak, daha ilk adımda sınıfta kalınmaktadır. Yüzde 10 barajı olan bir ülkede, biçimsel demokrasinin temsilde adalet ilkesinden bahsedilebilir mi? Darbeciler hızlarını alamayıp, bu barajı yüzde 15 yapmış olsalardı, biz şimdi bu fiilî durumdan mı vazife çıkarıyor olacaktık? 26 yıldır defalarca altında kalıp, üstüne çıksalar da bu seçim barajını değiştiremeyenler kimlerdir? Bu nasıl bir erksizliktir? Hangi memlekette buna koşulsuz karşı çıkmayana demokrat denilebilir?


Eski darbecilere ve yeniyetme heveslilere, yaptıklarının bedelinin ağır olabileceği dersini veremeyen siyasetçiler, demokratikleşmeyi başarabilirler mi? “12 Eylül darbecileri yargılansın” diyerek haklı bir kampanya yürütürken, 28 Şubatçılardan bahsetmeyenler kimlerdir? Veya 28 Şubat mağduru olup, “hem bunu yapanlar, hem 12 Eylül’ü yapanlar yargılansın” diyemeyenler hangileridir? “Şimdilik bu konulara girerek suni gerginlik yaratmayalım” diyen ağır ve vakur siyasetçi görüntüleri geliyor gözümüzün önüne. Sanki başka bir zaman diliminde bu işe girişebilecek demokratik inanç ve inatları varmış gibi. Bir siyasetçi, asli işlevi olan siyaset yapmayı, kireçlenmiş sorunlara neşter vurmayı, gerginlik yaratmak ve kriz çıkarmak olarak algılayıp, bir de demokratikleşme hamlesinden bahsedebilir mi? Demokratlık, bu ‘ders’ verme inadını, bunu başarana kadar sürekli gündemde tutmaktır...



Bu ülkede Muhafazakar Cumhuriyetçi (CHP gibi), Milliyetçi Muhafazakar (MHP gibi) ve Muhafazakar Popülist (AKP gibi) anlayışların ortak paydaları kadınların siyasetteki rollerini en alt düzeyde tutmaktır. Gerekçeleri değişik olsa da, ırmağın aktığı yer aynıdır. Bilindiği gibi bu topraklarda, “kadınların siyasete daha etkin biçimde katılmaları gerektiğini” savunmayan siyasetçi yoktur. Bu çok soyut ve kendi başına samimiyetsiz bir vurgudur. Ayakların yere daha net basması gerekmektedir. Bu ülkede kimilerinin ‘makul’ bulduğu eşarp ve ‘makul bulmadıkları’ türban ve çarşafla başını örten kadınların oranının en az yüzde 60 civarında olduğunu gösteren araştırmalar var. Peki bunların Meclis’te ‘görünür’ olamamalarının ne kadar büyük bir ‘skandal’ olduğu konusunda hemfikir olabiliyor muyuz? Bizim için modernleşme, görüntüden ibaret midir? Bu insanlar modernleşene kadar bekleyecek miyiz? Veya modernleşmenin ölçüsü, başını örtmemek mi olacak? Kadınların siyasette daha etkin olmalarını savunanların önemli bir gövdesinin, bu sorunun etrafından dolanmaları ne kadar tuhaftır? Meclisi bir yana bırakalım, üniversite kapısında başörtüsünü çıkararak içeriye giren kızların, böylece yavaş yavaş modernleştiklerini, kendilerini kullanan maksatlı çevrelerden özgürleştiklerini savunanlar bile vardır. Böylece tek bir hamleyle bu kızlar özgürleşmiş; daha da önemlisi modernleşmiş olmaktadırlar. Bundan da ötesi, görüntüyü kurtarmış olmaklığımızdır! Türkiye koşullarında bu çelişkileri görmezden gelmek, demokratlığı ıskalamaktır...


Üniversite demişken, “ülkenin en eğitimli kesimlerinin” kendilerini ilgilendiren meseleler karşısındaki tavırlarını, demokrasi açısından irdelememek olmaz. Şu anda üniversite mensupları olarak, YÖK ve Milli Eğitim Bakanlığı arasındaki bitmek bilmez, ve bir o kadar da verimsiz dama maçını, kafamızı sağa sola sallayarak izlemekteyiz. Bakalım kim kimin taşlarını önce yemeyi başarabilecek? Bir hamleyle yenilip oyun dışına atılıveren taşların eylemsizliği, aslında bizleri, ‘üniversite hocalarını’ anımsatıyor. Rektörlük seçimlerinde ilk altıya kalan adaylar hakkında, MİT raporu benzeri kaynaklar da kullanılarak soruşturmalar yapılması ve bazılarına, “bu devletin seninle çalışmak isteyebileceği kadar güvenilir değilsin” denilmesindeki rencide edici tavrı nasıl içimize sindirebilmekteyiz? “Rektör bizdense sorun yok” tavrına bu kadar kolay razı olabilmek mi; yoksa rektörlerin tanrısal yetkilerinin, fakülte ve bölümlere devredilmeleri; sadece tek dönem seçilebilmeleri gibi uygulamaları gür bir sesle haykırmak mı daha demokratik bir duruş? Bırakın demokratik duruşu; biraz kurnaz olabilenler bilir ki, güçlü bir rektörün tek başına bütün taşları yiyebildiği bir yapıda, Olimpos Tanrıları savaşırken, en çok bizler eziyet göreceğiz. “Bölümlerimize alınacak öğretim üyelerine bizler karar vermeliyiz, bir haksızlık yapıldığı düşünüldüğünde, doçentlik jürisine benzer hakem heyetlerini yine bizler oluşturabiliriz” diyemediğimiz sürece, kendi kaderimiz başkalarının ellerinde oyuncak olmaya devam edecektir. Sahi, demokrasi kendi kaderine sahip çıkmak değil midir? İyi eğitim görme şansına sahip olabilmiş akademisyenlerin, kendi işyerleri olan üniversitelerde demokratlığı ıskaladıkları bir toplumda, bu şansı hiç bulamamış insanların demagoglar peşinde koşmalarını nasıl ayıplayabiliriz?


‘Eski bir emniyetçi’ ve eski bir emniyetçi olduğu için siyasette ikbal kapılarını aralamış birileri, “dağda savaşacaklarına düz ovada siyaset yapsınlar” dediğinde, ‘muktedirler arasından bir muktedir,’ bu canalıcı meseleye sahip çıktı diye sevinenler, DYP’yi birdenbire DP’nin asıl devamı diye övenler ortaya çıktı. Bunların bir kısmı, “AKP’ye göre daha bizden, MHP’ye göre daha az haylaz bir alternatif çıktı” diye sevinmekteler aslında. Kürt sorununun çözümüyle de pek öyle meşgul değiller. DYP, ‘onurlu AB yanlısı’ tavrı ve İslamcı olmayan ‘Ev’den haliyle; ve CHP’nin erişemeyeceği kitleleri AKP ve MHP’den çalabilecek bir alternatif olma ihtimaliyledir ki, kimi gönülleri çelmektedir. Bu toplumsal mühendislik heveslisi, kerameti kendinden menkul kanaat önderlerinin, İkitelli-Borsa hattında konuşlandıklarını tahmin etmek zor değildir. Bunların içerisinde, DYP ve AKP’nin ağırlıkta olduğu bir Meclis oluşursa, Hocaefendi’yi ABD’den yurduna intikal ettirmek gibi taleplerinin gerçekleşebileceğine inananların olduğu da hissedilmektedir. Oysa yıllardır bu ülkede, Kürt sorununun demokratik yollardan çözümü için, günah keçisi ilan edilmelerini umursamadan mücadele eden ‘birkaç iyi insan’ vardır. Kelimenin gerçek ve kirlenmemiş anlamıyla sivil insanlardır bunlar. Bu birkaç iyi insana, ‘dindar veya laik medya’ ne kadar destek vermişlerdir, bu güne kadar? Bu konuda en bariz biçimde sınıfta kalanlar, en son yerel seçimde Kürtlerden en çok oy almayı başarmış olan AKP’lilerdir. Bu da, yapabilecekleri çok şey olmasına rağmen, “aman bir gerginlik olmasın da...” diyerek bir başka bahara erteledikleri sorunlardan bir tanesidir. O bekledikleri bahar değil de, içinden çıkılamaz bir kış, kıyamet olarak karşılarına çıkabilir. Bu sorunu çözme yolunda sivil inisyatifler geliştirmeden; varolanlara destek vermeden; daha doğrusu bu sorunun demokratik yoldan çözümü için taşın altına girmeden demokrat olunabilir mi?



Tüm bu meselelere değinirken, ‘Cumhurbaşkanlığı’ krizini atlamak olmaz. Bugün özellikle siyaset sınıfı, hızla raydan çıkmak üzere olan bir trenden, acaba ne olacak diye etrafına şaşkın şaşkın bakan ‘çocukları’ andırmaktadır. “Cumhurbaşkanını halk seçsin veya seçimler erkene alınsın önerilerini” ortaya atanlar olmakla beraber, bu öneriler asıl sorunun etrafından dolanmaktadırlar. Oysa birinci sorun, bu sistem içerisinde bu denli güçlü bir Cumhurbaşkanlığı kurumuna ihtiyaç olup olmadığıdır. Eğer parlamenter demokrasi olmak istiyoruz deniliyorsa, Cumhurbaşkanının yetkilerinin üniversite, yargı gibi ilgili kurumlara iade edilmesi ve bu kurumların kendi sorunlarını kendi özerk yapıları içerisinde çözmeleri savunulmalıdır. Asıl sorun, yeni Cumhurbaşkanının nur yüzlü olması veya olmaması ihtimaline indirgenemeyecek kadar derindir. Ve temelde ne kadar demokrat olabildiğimizle ilgilidir.


Tarih boyunca siyasal tartışmayı donduranların, bunu Devleti, Tanrıyı, Bilimi veya Sermayeyi merkeze alan, onlar adına hareket eden özcülükler üzerinden yaptıkları çok sayıda örnek vardır. Zamanla bunlar arasında çok tehlikeli kokteyller oluştuğu da gerçektir. Bugün ülkemizde, Tanrı, Devlet, Bilim adına hareket eden özcülüklerin, en az direnç gösterdikleri; bırakınız direnç göstermeyi, kendilerini hevesle uydurdukları özcülük, Piyasa Tanrısı’nın, sermayenin dayattığı özcülüktür. Piyasa Tanrısı, büyük bir küstahlıkla diğer ideolojik alanları kolonize etmekte, her alanın kendisine uyumlanmasını dayatmaktadır. Dindarların, milliyetçilerin, bilimcilerin ana gövdesi buna karşı durmayı bırakın, bu ateşe çalı çırpı taşıyan serçe rolünü severek üstlenmektedirler. Tüm bu çabalar, insanların kendi iktisadi kaderlerine karar veremeyecekleri bir siniklik durumunu hep beraber yaratmaktadırlar. İnsanlar, Piyasa Tanrısı’nı dizginleme hakları veya güçleri olmadığına inandırılmak istenmektedirler. Bunu kabul etmeyerek direnenleri, bir başka çağa ait, arkaik insanlar olarak görmek ülkemizde yaygın bir tavırdır.


Sözgelimi, sendika kelimesini duyunca müstehzi gülümseyen; ve “kendilerine başka türlü ve kaliteli” bir grup oldukları hissiyatı telkin edilen banka ve sigorta çalışanları; ekonomik kriz sonucu onbinlercesi işten kısa bir süre içinde atıldığında; bireycilikle yaldızlanmış örgütsüzlüklerinin aslında ‘arkaik’ bir durum olduğunu hiç düşünmüşler midir? Bugün yine sendika denildiğinde, aynı müstehzi gülümsemeleri gözleyebileceğiniz bir başka alan da Vakıf Üniversiteleridir. Oysa üstüste iki yıl ‘mahsül’ iyi olmaz ve yeterince öğrenci kaydedemezlerse, kapının önüne konulacaklar ve buna ses çıkaramayacaklar. Çünkü, fena halde örgütsüzler. Kendi kaderlerini belirleme ve haklarını savunma anlamında, tam anlamıyla ‘çocukluk’ evresindeler. Bu örnekler elbette uzatılabilir. Sözgelimi, kamu üniversitelerinde çok çok birkaç yüz milyon fazla ücret aldıkları idari personelle aynı sendikada yer almayı kendi seçkinlik mitoslarına yediremeyen; ve sendikalara üye olmayan doçent ve profesörlerden de bahsedebiliriz. Asıl sorun şudur: kendi iktisadi kaderine el koyamayan bir toplum olma edilgenliğini, gelişmişlik olarak yutmaya devam mı edeceğiz? Veya bu konuda ülkenin onuru olan KESK gibi yapıların, kendileriyle ilgili iktisadi karar alma süreçlerine, grevli ve toplu sözleşmeli sendika olmaktan gelen güçleriyle katılma taleplerinde gözlenen anlayışın, toplumun her alanına yaygınlaşmasını mı savunacağız? Bir toplum, üretimi ve bölüşümü denetleyemiyorsa, orada olabilecek en son şey demokrasidir...



Türkiye demokratsız demokratikleşme veya siyasetsizlik cenderesinden kurtulmak için, yukarıdaki somut meseleler üzerinden inşa edilmiş, etkin bir demokrat kimliğe büyük bir ihtiyaç duymaktadır. Bu somut meseleler karşısında etkin bir demokrat kimliğini olmazsa olmaz göremeyen sosyalist bir duruş, her şeyden önce özgürlükçü olma iddiasını ve ayaklarının yere basma zorunluluğunu ıskalayacaktır. Herkesin kendi adasına, sitesine çekilmeye teşvik edildiği; bir zamanlar umut bağlananların da sırf kendilerine Müslüman olduklarının anlaşıldığı bir ortamda, diğerkam bir demokratlık bu ülkenin en sahici çimentosu olmaya adaydır...

Friday, January 8, 2010

AKP’yi Sol’dan eleştirmek..

1970’lerin Erbakan liderliğindeki Milli Selamet Partisi’ni (MSP) bilen birisinin Mars Gezegeni’ne gittiğini ve 40 yıl sonra Türkiye’ye döndüğünü hayal edelim. Hayal kurmak bedava olduğuna göre, bu kişinin 40 yıl boyunca Türkiye’ye dair hiçbir şeyi izleyemediğini ve ansızın ülkemize geri döndüğünü kuralım. Gezegenlerarası seyyahımız, Erbakan’ın Milli Görüş’ünden kopan bir gurubun büyük oy oranlarıyla iktidar olduğunu gördüğünde çok şaşıracaktı. Yine AKP’nin kendisini meşrulaştırmak için kullandığı söylemi duyduğunda ağzı bir karış daha açılacaktı. Bu söylem, Milli Görüş’ün Soğuk Savaş boyunca sert reaksiyon gösterdiği, ‘Batı taklitçisi’ düşmanlarından çok şeyler ödünç almış görünüyordu.
Yurduna dönen seyyahımızın, eline Cumhuriyet Gazetesi’ni aldığında bir başka şok yaşayacağını kestirebiliriz. Çünkü bu gazete, Soğuk Savaş boyunca rekabet ettiği sağ milliyetçi çizgide yer alan Tercüman Gazetesi’ne benzeyivermiş, onun sıkıcı, reaksiyoner bir kopyası haline gelmişti. Tüm bu değişimleri inanılmaz bir hızla deneyimlemek zorunda kalan milyonlarca insan bugün bunları anlamlandırmakta nasıl zorlanıyorsa, seyyahımız da benzer bir zorlanma sürecine savrulacaktı. Sanki tarih bizimle dalga geçiyordu. Alışılmış ezberlerimiz bozulmuş, tutunacak sabit bir zemin bulmakta zorlanır olmuştuk.
Ezberi en çok bozulanlardan birisi de Türkiye Solu oldu. Bu hızlı değişim ortamını iyi tahlil eder, ona göre söylem ve yöntemlerini yenileyebilirse, belki bir başka Mars seyyahı ülkemize döndüğünde Solcuları iktidarda görecektir. İnanmakta zorlandınız mı? 70’lerin Milli Görüşçüleri de bir gün iktidar olacakları söylense inanmakta zorlanırlardı. Bu satırların yazarı iktidar lafından hoşlanmasa da, Solcuların Türkiye toplumunun kaderini olumlu biçimde değiştirebilecek bir güç haline geleceğine tüm kalbiyle inanıyor. Bunu yapmanın yolu, sadece AKP’yi var eden toplumsal koşulları değil, küresel koşulları da başarıyla analiz edebilmekten geçiyor.
Eğer ezberlerinizin yarattığı bulanık görme sorunu yüzünden Marslılara dönüşmediyseniz henüz, 20 yıl sonrasının Türkiye’siyle ilgili spekülasyonlarımızı paylaşmaya devam edelim. Muhtemelen 20 yıl sonrasının Türkiye’sinde “Burjuva” denildiğinde akla gelen imajlar değişmiş olacak. Bugün Hürriyet Gazetesi’nin işgal ettiği sembolik zemine Zaman Gazetesi yerleşmiş olabilir. Bu gazeteyi izleyenler manipülasyon yöntemleri ve hegemonik düşünme bakımından iki gazete arasında belirgin bir fark olmadığını zaten teslim ederler. Bugünden kestiremediğimiz, Zaman ve Hürriyet’in iki farklı Burjuva rasyonalitesinin temsilcileri olarak “tatlı bir rekabet” içinde bir arada var olup olamayacaklarıdır. Elbette Zaman veya Hürriyet derken bu gazetelerin temsil ettiği kesimleri kastediyoruz. Benim öngörüm, Zaman’ın bir boy ileride olduğu, ama Hürriyet’in temsil ettiği Burjuvazinin de hemen peşinden geldiği bir Türkiye Burjuvazisi resmi. Yirmi yıl sonra, tatlı su dindarlığı kıvamındaki Müslüman Muhafazakarlarla, laik Muhafazakarlar Burjuvaziyi beraberce oluşturuyor olabilirler.
Yani, Türkiye Burjuvazisi nitelik ve nicelik değiştiriyor, tıpkı bütün toplumumuz gibi. MÜSİAD’ın eski başkanlarından Erol Yarar, Star Gazetesi’ne yakın zamanda verdiği bir söyleşide “Türkiye’nin Asli Burjuvazi Biziz!” deyiverdi. 1990’ların ikinci yarısında bu insanların kendilerine burjuva demelerini mümkün kılacak bir ortam yoktu. Gün, “Batı taklitçiliğine” saldırma günüydü. “Asli Burjuva biziz” sözcüğü aslında anlayan için büyük bir iflasın da itirafıdır. “Başka türlü bir uygarlık, başka türlü bir sermaye, daha adil bir düzen” gibi iddialarını hızla unutan, dünyalılaşmak isteyen, dünyevileşmek isteyen, Batılılar gibi yaşamak isteyen insanlar var karşımızda. “Asli burjuva benim, yok sensin!” tartışması aklı başında insanların ciddiye almaması gereken bir tartışmadır. Burada söylenmek istenen şey, “Bizi de aranıza alın!” talebinden başka bir şey değildir. Eski MÜSİAD üyesi kimi isimlerin sessizce TÜSİAD’a katıldıklarını duymamış olabilirsiniz?
Bizim asıl sorunumuz, AKP, MÜSİAD ve Gülen Cemaati’nin “iş adamları” örgütü olan TUSKON gibi yapıların oluşturduğu bir “Biz ve Onlar” hegemonik söylemini kıramamak, hatta bu söylemin mantığı içinde düşünmek yanlışına düşmektir. Muhafazakar Popülizm diye tarif edilebilecek bu hegemonik söylem, “Sessiz Müslüman/ Muhafazakar asli unsur” ve “Özyurduna yabancı ama fazlasıyla etkili Batıcı/Modernist azınlık” ikiliğine dayanır. Buna göre, “Azınlık olanlar, Millet’in değerlerine yabancı olanlar, mazlum ve mağdur Millet’in hakkına her daim musallat olurlar. Erdoğan gibiler, Gülen gibiler Millet’in öz cevherinden kopup gelen direniş unsurlarıdır.” Yakın zamanlarda eski bir Refah Partili, “Bugün lüks cipe binen türbanlıyla işinden atılan bir türbanlının aynı yerde duruyor olamayacağını vurgulamıştı…
Bizlerin de yapmaya çalışması gereken şey, yukarıdaki popülist hegemonik söylemi kırmaya çalışmaktır. Bizler, Müslümanları doğal olarak karşımıza alan ve kuram kılığına soktuğumuz Cumhuriyetçi önyargılardan beslenen yaklaşımlarımızla oyuna hep mağlup başlıyoruz. Daha da kötüsü, sürekli yukarıda bahsettiğimiz Muhafazakar Popülist hegemonyanın değirmenine su taşıyoruz. Basit bir örnek vermek istiyorum: Türkiye’de yüzde 10 seçim barajı olduğundan yakınırız hep. Oysa bence o baraj çok daha yüksek. Türkiye’de kadınların yüzde 60 civarının başörtüsü taktığı tahmin ediliyor. Başörtülülerin Milletvekili olamadığını anımsadığınızda, bu barajın yüzde 40’a çıktığını görebilirsiniz. Gelin buna bütün partilerin örtük biçimde mutabık oldukları uzlaşma gereği, gençlerin Meclis’te temsil imkanının kısıtlanmasını da ekleyelim. Böylece Türkiye Demokrasisinin temsil düzeyi yüzde 50’ye geriledi. Daha bitmedi maalesef. Milletvekili olmak için bir servet harcamak gerektiğine göre sadece zenginlerin milletvekili olabilme gerçeğini- DTP’nin oluşturduğu kısmi istisna hariç-dikkate aldığımızda oluşan yeni barajı siz belirleyin?
İşte bizim tüm boyutlarıyla ele almamız, karşı durmamız gereken tablo: Bir çırpıda Kürtleri, Kadınları, Gençleri ve Yoksulları mağdur eden bir durumu Meclis’e bakarak gözler önüne serebilirsiniz. O zaman AKP’nin ve diğer partilerin “Milli İrade’yi” veya “Halkın İradesini” temsil etme iddialarının ne kadar boş olduğunu görebiliriz. Meclis, kavga eder gibi görünseler de pek çok meselede örtülü ve açık uzlaşan üç tür Muhafazakarlığın mekanıdır: AKP’nin temsil ettiği Dindar Muhafazakarlık, CHP’nin temsil ettiği Muhafazakar Cumhuriyetçilik ve MHP’nin temsil ettiği Milliyetçi Muhafazakarlık. Bu üç tarz muhafazakarlığı açık ve net biçimde karşısına almayan bir solun yeni olması mümkün değildir.
AKP, tıpkı diğer Merkez Sağ partiler gibi dünyanın siyasal ve iktisadi egemenleriyle uzlaşma tercihinde bulunmuştur. Tıpkı DP, AP ve ANAP gibi Türkiye’yi Küresel Kapitalizme eklemler, daha da dünyalılaştırırken, bunun ideolojik dilini inşa etmekten kaçınmaktadır. Merkez Sağ, kapitalizmi derinleştirmesinin sonucu olan toplumsal sonuçlara ve sorunlara yapısal bakamaz. Bu nedenle kültürel sonuçlar, asıl sorumluymuş gibi sahte bir dile sığınır. Asıl sorun kaotik kapitalistleşme değilmiş de, sözgelimi, bu süreçlerin doğal bir sonucu olan kadınların emek piyasasında ve toplumsal hayatta daha fazla görünür olmasıymış gibi davranır. Merkez Sağ, kapitalistleşmenin yapısal analizinden kaçar çünkü o süreci derinleştiren, ondan istifade eden başat aktör kendisidir. Bu durumda kültürel sonuçları sebepmiş gibi gösterir.
Tam da bu çelişki, gezegen bilincine sahip, dünyalı ve alternatif küreselleşme yanlısı solun istifade edebileceği bir zayıflıktır. Çünkü AKP, kendisinin de önayak olduğu dünyalılaşma sürecinin sorunlarını kapsayacak bir ideolojik esnekliğe sahip değildir. Hızla dünyalılaşmaktan ürkmektedir. Bu yeni dünyanın tutarlı ve eleştirel bir dilini oluşturma imkanı en çok Sol’da mevcuttur. AKP, tıpkı CHP gibi, bizzat önayak olduğu değişimler sonucunda kendi mezar kazıcılarını da yaratmaktadır…
Yukarıda MÜSİAD eski başkanının kapitalizme direnmekten ziyade, onun oluşturduğu hiyerarşi içinde yer edinme talebinde bulunduğunu göstermeye çalıştık. Türkiye dışa açıldıkça, zenginler dünyanın zenginleri gibi yaşamak ve yönetmek isteyecek. Tam da bu nedenle, sistemin mağdurları da dünyanın diğer ülkelerindeki mağdurların tecrübelerini öğrenecek, onlarla dayanışmayı kavrayacak. Tüm hızlı alt üst oluşlarına rağmen daha fazla dünyalılaşmak, solun istifade edebileceği imkanlar da barındırıyor. Bugün küresel egemenlerin, dünya mağdurlarıyla, adeta birbiriyle etkileşimi olmayan labirent fareleri gibi oynayabildikleri açıktır. Bahsedilen labirentlerin hayattaki karşılığı Ulus-Devletlerdir. Ulus-Devletler içine sıkıştırılmak istenilen mağdurlar, bu sıkışmışlıkları nedeniyle, onlara küresel bakabilen egemenlerle daha etkin biçimde mücadele edemiyorlar. Ama Marks’ın daha önce teşhis ettiği, bizzat Küresel Kapitalizmin içinde barındırdığı yaratıcı yıkıcılığı ve yıkıcı yaratıcılığı, tüm süreçlerin küresel güçlerce denetlenmesini de imkansız hale getiriyor. İnsanlar, ulus-devletlerin oluşturduğu açık hava hapishanelerini kırıyor ve dünyalılaşmak istiyor. Bunu yaparken de kapitalizmin küreselleştirici dinamiklerini ve çelişkilerini kullanıyorlar.
Türkiye Solunun da yapması gereken budur: Daha fazla dünyalılaşmak ve küresel mücadelelerle yan yana gelerek etkinliğini arttırmaya çalışmak. Solun bu yöndeki en büyük engeli, evrensel sandığı ideolojilerin dil ve söylemine sıkışması ve bu nedenle yaşayan küreye, dünyaya gezegen bilinciyle bakamamasıdır. Evrensel olan, özgürlük ve eşitlik idealinin, tarihsel olarak en mümkün bileşimini hayata geçirmeye çalışmak, bu bileşimin de değişime açık olduğunu baştan kabul etmek ve tüm bunları yaparken doğayla uyumlu bir hayat inşa etmeyi bir başka temel ilke olarak içselleştirmektir. Evrensellik, bu ana ilkeler (Özgürlük, Eşitlik ve Doğayla uyumlu bir hayat) açısından söz konusu olabilir. Bu ilkelere ulaşmak için, adeta tarih-üstü hale getirilen, kutsallaştırılan, araç iken amaç haline terfi ettirilen hiçbir bağlayıcı ve alternatifsiz yöntem yoktur.
Bu ideolojik kısıtlar sadece dünyaya değil ülkeye de Marslılar gibi bakmamıza yol açıyor. Evet, AKP bile küresel düşünürken bizler bulunduğumuz yerlerde büyülü laflardan başımız dönmüş, aynı yerde dönüp durmamıza yol açan bir kendi kendimizle konuşma haline, Epistemik bir Cemaat olma durumuna savrulmuşuz. Başka cemaatlere yüklenmeyi severiz, ama dışarıdan bakanlar için bizler de bir cemaatiz. Hem de cemaatlerin en dışlayıcılarından birisi: Şifreli bir dile sahip epistemik bir cemaat. Tam da bu cemaat haline özgü kısıtlamalar yüzünden mağdurlarla bağ kuramıyoruz. Başkalarıyla ortaklaşamıyoruz.
Yazının başlarında yirmi yıl sonra Türkiye Burjuvazisini Zaman ve Hürriyet Gazetelerinin temsil etmesinin muhtemel olduğunu vurgulamıştık. Onların karşısında kimlerin, nasıl yan yana geleceklerini asıl belirleyecek olanın, bizlerin ülkemizi ve dünyayı daha iyi kavramamızı sağlayacak ideolojik dönüşümleri gerçekleştirebilmemizde yattığını düşünüyorum. Yirmi yıl sonra, hala Bizler ve Onlar ayrımını başarıyla kullanan hegemonik bir iktidar bloğu karşısında zayıf ve dünyadan kopuk olarak mücadele ediyor olabiliriz. Daha iyi senaryo, “Bizi” nitelik ve nicelik olarak çoğaltacak esnekliği sağlamış ve “Biz” vurgusunun önemli bir paydasını gezegen bilinci etrafında şekillendirmiş solun varlığı…

Saturday, November 14, 2009

Türkiye’yi değiştiren ne?

Öğrencilerimizin, Milliyetçilik, Muhafazakarlık gibi özcü ideolojilere eleştirel bakabilmeleri için başvurduğumuz bir yöntem var. Bugün, Türklüğü simgeleyen, “İşte Türk budur” diyebileceğimiz tipleri belirleyelim. Daha sonra aynı şeyi 20 yıl öncesi için yapmaya çalışalım. Aradaki derin farkı ve değişimi açıklayan nedir? Bugün ortalama “Türk” denilebilecek insanla 20 yıl önceki “ortalama Türk” birbirinden dağlar kadar farklı. Bu farkı açıklayabilen dinamik nedir? Bu spekülatif yöntem, sadece Milliyetçiliğin özcü millet (Türklük) algılamasını parçalamakla kalmıyor, bize baş döndürücü bir değişim sürecinden geçtiğimizi de anımsatıyor.

Türkiye toplumu, değişimden Sağcı ideologların görmek istediği kadar korkmuyor. Değişimin maddi imkanları ve manevi götürülerini hesapladığında, kimi zaman şaşırtıcı biçimde birincisi lehinde tavır takınabiliyor. Bir başka ifadeyle, Sağcı ideologların görmek istediğinden daha fazla değişimci ve “manevi değerlerinden” taviz vermeye yatkın. Bize göre, dinsel, kültürel değerler, değişimin hızı karşısında bir tutunum sağlayabildiği oranda öne çıkarılıyor.

Değişimin ve onun maddi getirilerinin veya vaatlerinin, dini-kültürel değerler adına reddedildiği yok. Çok genelleyici bir ifadeyle, Türkiye toplumu, “modernist olmadan modernleşme” anlayışını gerçekleştirilebilir buluyor ve bunun üzerinden kimi örgütlü siyasi çevrelerle bağ kuruyor.

İlginç olan, bugün “Muhafazakar” diye tanımlanan kitlelerin, 1950’lerden bu yana içe kapanan bir Türkiye’den çok, dışa açılan bir Türkiye’den yana tavır koymaları. Bunu bizlerin alışık olduğu veya şık bulduğu ideolojik gerekçelerle açıklamıyor olabilirler. Yine de, Merkez Sağ partileri, onların sağındakilere tercih etmelerinde bu unsurun önemi inkar edilemez. Bu noktayı açmak için de bir başka örneğe baş vurabiliriz. Çok değil 1980’lerin sonuna kadar yurt dışına çıkma, başka ülkeler görme, iki dilliliğin (bilingualism) getirisi olan maddi imkanları elde etme, Cumhuriyet seçkinlerinin ayrıcalığıydı. Yurt dışına işçi olarak gidenlerin zamanla belirli bir sermaye birikimine kavuşmaları, Türkiye’de yurtdışına açılabilen yeni bir sermaye gurubunun oluşmasıyla, küreselleşmenin nimetlerinden farklı kesimler de yararlanmaya başladı.

Bu kesimler, küreselleşmeye entegre olan, entegrasyonunu daha da derinleştiren bir Türkiye’den yanalar. Çok açık biçimde anladıkları bir şey var: İçe kapanan bir Türkiye, başka türlü bir iktidar düzeneğini ve patronaj ilişkilerini barındırıyor. Bu resimde kendilerine fazla bir alan kalmıyor. Oysa, AKP’nin öncülüğünü yaptığı, kaotik olmakla beraber içinde çeşitli vaatler barındıran değişim süreci, onların başka bir iktidar düzeneği ve patronaj ağı oluşturabilmelerine imkan tanıyor.

Burada şöyle bir değişim modeli ve ondan yararlanan farklı kesimler resmi çizebiliriz: Özal’ın önünü açtığı küreselleşme süreci ve yeni bir sermaye sınıfının oluşmasına iktisadi dinamik diyelim. Bu dinamik, sermayesinin bir kısmını medyaya ve genel olarak entelektüel-kültürel alana kaydırıyor. Kendi sözcülerini ve entelektüel fidanlığını yaratıyor. Buna da kültürel dinamik diyelim. İktisadi dinamiğin kültürel bir dinamik yaratmasıyla ortaya çıkan enerjiyi, siyasal sermayeye çevirmek için de yeni bir siyaset sınıfı ortaya çıkıyor. Erdoğan ve Gül etrafında örgütlenen Yenilikçiler de bu siyasi dinamiği temsil ediyorlar. Böylece iktisadi-kültürel-siyasal güç kaynakları bir araya gelerek yeni bir iktidar düzeneği ve bundan beslenen bir patronaj ağı oluşturuyorlar. Bu iktidar düzeneğine can veren en önemli unsurun küreselleşme rüzgarı olduğunu yeniden vurgulamalıyız. Yani, bu düzeneğe enerji veren küreselleşme olmakla beraber, bu düzenek Geleneği (İslam gibi) yeniden yorumlayarak düzeneğin ruhunu (ideolojik meşrulaştırımını) gerçekleştirmiş oluyor.

Elbette kimilerinin “küreselleşmeci Muhafazakar” (Globalist Conservative) kavramıyla biraz da çelişkili bularak tanımlamaya giriştikleri bu kesim, basitçe siyasal, iktisadi ve kültürel alt guruplara ayrıştırılamaz. Bunların hepsini bir biçimde içerisinde barındıran, Gülen Cemaati gibi yapılar da unutulmamalı. Küreselleşmeden devşirilen enerjinin bu denli açık biçimde güçlendirdiği bir başka yapı bulmak güç. Gülen Cemaati özelinde gördüğümüz güçlenme etkisinin bir bütün olarak AKP’yi besleyen iktisadi, kültürel ve siyasi yapılara genellenebileceği de açık.

“Bu toplumu değiştiren nedir?” sorusuna yeniden dönelim. Bu toplumu değiştiren “Kitabi Modernleşme” denilebilecek anlayış değil. Bu, belli reçeteler etrafında toplumu yukarıdan aşağıya değiştirme girişimiydi ve başarısız olduğu dönemlerde otoriterleşme eğilimine girebiliyordu. Bu tespitler, modernleşmenin kaybettiği anlamına gelmiyor. Muzaffer olan, kitaba değil “görüntüye” dayalı Kapitalist Modernleşmedir. Kitaptan çok, gündelik hayatın sekülerleşmesi-modernleşmesi-büyüden arınması gibi kavramlarla açıklanabilecek bir değişimdir.

Hindistan’dan İsveç’e, oradan Türkiye’ye milyarlarca insan, benzer teknolojik araçlar ve onlar etrafında oluşan çalışma ve boş zaman geçirme pratikleriyle birbirlerine benzemektedir. Bugün “ortalama Türk”, 20 yıl öncesinden çok daha fazla “dünyalıdır” ve giderek böyle olmaya devam edecektir. Bu en fazla “melezleşme” kavramıyla açıklanabilecek bir değişim tarzıdır. Yani, bugün bir “İslamcıyı”da “Aleviyi”de, “Kemalisti” de en fazla belirleyen, şekillendiren dinamik budur. Toplumumuz, inanılmak istenenden çok daha fazla benzeşmektedir ve benzer özlemler etrafında yan yana düşmektedir.Ve belki de en önemlisi, bu yeni modernleşme süreci, barındırdığı pek çok olumsuzluğa rağmen, statik ve rollerin belirli olduğu topluma tercih edilmektedir. Yani onca korku ve güvensizliğe rağmen, özellikle “tuzu kuru olmayanlar” küreselleşmeden yana pratikler ortaya koymaktadırlar. “Biz muhalif siyaset inşa edeceğiz” diyenlerin en çok dikkat etmeleri gereken, insanlara ümit aşılayan, statik olmayan sosyal küreselleşme projeleri inşa edebilmeleridir…

Türkiye’de ANAP, AKP gibi yapıları güçlendiren, küreselleşmenin getirdiği dalgalar üzerinde sörf yapmak ve bunun getirisi olan maddi imkanların dağıtımı üzerinden iktidarlarını inşa etmektir. Tam da bu alanda rakipsiz olmaları, onları azımsanamaz güç sahibi yapıyor. Küreselleşmeyi ilke olarak kabul eden, ama onun yarattığı mağduriyetleri sorun eden güçlü bir alternatifleri yok. Yani, içe kapanmacılar korosu ve küreselleşme yanlıları olarak ikiye bölünen eksende, AKP’nin konduğu zemin rakipsiz. AKP hem değişim vaadi, hem de değişimden zarar görenlerin bir kısmına geçici pansuman sağlayan pragmatik bir parti olabildiği için bu denli güçlü. Onun katıksız Neo-Liberal bir parti olduğunu söylemek ne kadar güçse, mağdurların sorunlarına kalıcı çözümler üretme isteği ve kapasitesi olan bir parti olduğunu iddia etmek de o denli güç. Kısaca, toplumu muhafazakar özcü tanımlara hapseden ideolojik anlayışları haklı çıkartacak yanılsamalara kapılmamalıyız. Toplum, değişim talepleri ve özcü kimlikler arasında fazlaca sıkıştırıldığında hep değişimden yana tavır koyuyor. Kimilerinin görmek istediği kadar “statükocu” değil. AKP de bu gerçeği kavradığı için kendisine “İslamcı” demiyor artık. İşte siyaseti soldan tanımlamak isteyenlerin çalışmaları, alışmaları gereken “Toplum” bu…