Saturday, November 14, 2009

Türkiye’yi değiştiren ne?

Öğrencilerimizin, Milliyetçilik, Muhafazakarlık gibi özcü ideolojilere eleştirel bakabilmeleri için başvurduğumuz bir yöntem var. Bugün, Türklüğü simgeleyen, “İşte Türk budur” diyebileceğimiz tipleri belirleyelim. Daha sonra aynı şeyi 20 yıl öncesi için yapmaya çalışalım. Aradaki derin farkı ve değişimi açıklayan nedir? Bugün ortalama “Türk” denilebilecek insanla 20 yıl önceki “ortalama Türk” birbirinden dağlar kadar farklı. Bu farkı açıklayabilen dinamik nedir? Bu spekülatif yöntem, sadece Milliyetçiliğin özcü millet (Türklük) algılamasını parçalamakla kalmıyor, bize baş döndürücü bir değişim sürecinden geçtiğimizi de anımsatıyor.

Türkiye toplumu, değişimden Sağcı ideologların görmek istediği kadar korkmuyor. Değişimin maddi imkanları ve manevi götürülerini hesapladığında, kimi zaman şaşırtıcı biçimde birincisi lehinde tavır takınabiliyor. Bir başka ifadeyle, Sağcı ideologların görmek istediğinden daha fazla değişimci ve “manevi değerlerinden” taviz vermeye yatkın. Bize göre, dinsel, kültürel değerler, değişimin hızı karşısında bir tutunum sağlayabildiği oranda öne çıkarılıyor.

Değişimin ve onun maddi getirilerinin veya vaatlerinin, dini-kültürel değerler adına reddedildiği yok. Çok genelleyici bir ifadeyle, Türkiye toplumu, “modernist olmadan modernleşme” anlayışını gerçekleştirilebilir buluyor ve bunun üzerinden kimi örgütlü siyasi çevrelerle bağ kuruyor.

İlginç olan, bugün “Muhafazakar” diye tanımlanan kitlelerin, 1950’lerden bu yana içe kapanan bir Türkiye’den çok, dışa açılan bir Türkiye’den yana tavır koymaları. Bunu bizlerin alışık olduğu veya şık bulduğu ideolojik gerekçelerle açıklamıyor olabilirler. Yine de, Merkez Sağ partileri, onların sağındakilere tercih etmelerinde bu unsurun önemi inkar edilemez. Bu noktayı açmak için de bir başka örneğe baş vurabiliriz. Çok değil 1980’lerin sonuna kadar yurt dışına çıkma, başka ülkeler görme, iki dilliliğin (bilingualism) getirisi olan maddi imkanları elde etme, Cumhuriyet seçkinlerinin ayrıcalığıydı. Yurt dışına işçi olarak gidenlerin zamanla belirli bir sermaye birikimine kavuşmaları, Türkiye’de yurtdışına açılabilen yeni bir sermaye gurubunun oluşmasıyla, küreselleşmenin nimetlerinden farklı kesimler de yararlanmaya başladı.

Bu kesimler, küreselleşmeye entegre olan, entegrasyonunu daha da derinleştiren bir Türkiye’den yanalar. Çok açık biçimde anladıkları bir şey var: İçe kapanan bir Türkiye, başka türlü bir iktidar düzeneğini ve patronaj ilişkilerini barındırıyor. Bu resimde kendilerine fazla bir alan kalmıyor. Oysa, AKP’nin öncülüğünü yaptığı, kaotik olmakla beraber içinde çeşitli vaatler barındıran değişim süreci, onların başka bir iktidar düzeneği ve patronaj ağı oluşturabilmelerine imkan tanıyor.

Burada şöyle bir değişim modeli ve ondan yararlanan farklı kesimler resmi çizebiliriz: Özal’ın önünü açtığı küreselleşme süreci ve yeni bir sermaye sınıfının oluşmasına iktisadi dinamik diyelim. Bu dinamik, sermayesinin bir kısmını medyaya ve genel olarak entelektüel-kültürel alana kaydırıyor. Kendi sözcülerini ve entelektüel fidanlığını yaratıyor. Buna da kültürel dinamik diyelim. İktisadi dinamiğin kültürel bir dinamik yaratmasıyla ortaya çıkan enerjiyi, siyasal sermayeye çevirmek için de yeni bir siyaset sınıfı ortaya çıkıyor. Erdoğan ve Gül etrafında örgütlenen Yenilikçiler de bu siyasi dinamiği temsil ediyorlar. Böylece iktisadi-kültürel-siyasal güç kaynakları bir araya gelerek yeni bir iktidar düzeneği ve bundan beslenen bir patronaj ağı oluşturuyorlar. Bu iktidar düzeneğine can veren en önemli unsurun küreselleşme rüzgarı olduğunu yeniden vurgulamalıyız. Yani, bu düzeneğe enerji veren küreselleşme olmakla beraber, bu düzenek Geleneği (İslam gibi) yeniden yorumlayarak düzeneğin ruhunu (ideolojik meşrulaştırımını) gerçekleştirmiş oluyor.

Elbette kimilerinin “küreselleşmeci Muhafazakar” (Globalist Conservative) kavramıyla biraz da çelişkili bularak tanımlamaya giriştikleri bu kesim, basitçe siyasal, iktisadi ve kültürel alt guruplara ayrıştırılamaz. Bunların hepsini bir biçimde içerisinde barındıran, Gülen Cemaati gibi yapılar da unutulmamalı. Küreselleşmeden devşirilen enerjinin bu denli açık biçimde güçlendirdiği bir başka yapı bulmak güç. Gülen Cemaati özelinde gördüğümüz güçlenme etkisinin bir bütün olarak AKP’yi besleyen iktisadi, kültürel ve siyasi yapılara genellenebileceği de açık.

“Bu toplumu değiştiren nedir?” sorusuna yeniden dönelim. Bu toplumu değiştiren “Kitabi Modernleşme” denilebilecek anlayış değil. Bu, belli reçeteler etrafında toplumu yukarıdan aşağıya değiştirme girişimiydi ve başarısız olduğu dönemlerde otoriterleşme eğilimine girebiliyordu. Bu tespitler, modernleşmenin kaybettiği anlamına gelmiyor. Muzaffer olan, kitaba değil “görüntüye” dayalı Kapitalist Modernleşmedir. Kitaptan çok, gündelik hayatın sekülerleşmesi-modernleşmesi-büyüden arınması gibi kavramlarla açıklanabilecek bir değişimdir.

Hindistan’dan İsveç’e, oradan Türkiye’ye milyarlarca insan, benzer teknolojik araçlar ve onlar etrafında oluşan çalışma ve boş zaman geçirme pratikleriyle birbirlerine benzemektedir. Bugün “ortalama Türk”, 20 yıl öncesinden çok daha fazla “dünyalıdır” ve giderek böyle olmaya devam edecektir. Bu en fazla “melezleşme” kavramıyla açıklanabilecek bir değişim tarzıdır. Yani, bugün bir “İslamcıyı”da “Aleviyi”de, “Kemalisti” de en fazla belirleyen, şekillendiren dinamik budur. Toplumumuz, inanılmak istenenden çok daha fazla benzeşmektedir ve benzer özlemler etrafında yan yana düşmektedir.Ve belki de en önemlisi, bu yeni modernleşme süreci, barındırdığı pek çok olumsuzluğa rağmen, statik ve rollerin belirli olduğu topluma tercih edilmektedir. Yani onca korku ve güvensizliğe rağmen, özellikle “tuzu kuru olmayanlar” küreselleşmeden yana pratikler ortaya koymaktadırlar. “Biz muhalif siyaset inşa edeceğiz” diyenlerin en çok dikkat etmeleri gereken, insanlara ümit aşılayan, statik olmayan sosyal küreselleşme projeleri inşa edebilmeleridir…

Türkiye’de ANAP, AKP gibi yapıları güçlendiren, küreselleşmenin getirdiği dalgalar üzerinde sörf yapmak ve bunun getirisi olan maddi imkanların dağıtımı üzerinden iktidarlarını inşa etmektir. Tam da bu alanda rakipsiz olmaları, onları azımsanamaz güç sahibi yapıyor. Küreselleşmeyi ilke olarak kabul eden, ama onun yarattığı mağduriyetleri sorun eden güçlü bir alternatifleri yok. Yani, içe kapanmacılar korosu ve küreselleşme yanlıları olarak ikiye bölünen eksende, AKP’nin konduğu zemin rakipsiz. AKP hem değişim vaadi, hem de değişimden zarar görenlerin bir kısmına geçici pansuman sağlayan pragmatik bir parti olabildiği için bu denli güçlü. Onun katıksız Neo-Liberal bir parti olduğunu söylemek ne kadar güçse, mağdurların sorunlarına kalıcı çözümler üretme isteği ve kapasitesi olan bir parti olduğunu iddia etmek de o denli güç. Kısaca, toplumu muhafazakar özcü tanımlara hapseden ideolojik anlayışları haklı çıkartacak yanılsamalara kapılmamalıyız. Toplum, değişim talepleri ve özcü kimlikler arasında fazlaca sıkıştırıldığında hep değişimden yana tavır koyuyor. Kimilerinin görmek istediği kadar “statükocu” değil. AKP de bu gerçeği kavradığı için kendisine “İslamcı” demiyor artık. İşte siyaseti soldan tanımlamak isteyenlerin çalışmaları, alışmaları gereken “Toplum” bu…