Saturday, October 30, 2010

Demokratsız Demokratikleşme 'Projesi'nin İflası veya Siyasetsizliğin Sürekli Kriz Halini Aşmak

Demokratsız Demokratikleşme 'Projesi'nin İflası veya Siyasetsizliğin Sürekli Kriz Halini Aşmak
Yüksel Taşkın
Şu anda acaba kaç milletvekili, “önümüzdeki genel seçimlerde Genel Başkanım beni seçilecek bir yere koymazsa?” şüphesiyle uykusuz geceler geçirmektedir? ‘Başkan’, grup konuşması yapacağı salona girerken, milletvekillerinin çoğunun ezikçe yarı hazırola girmeleri de bundan ayrı düşünülebilir mi? Veya lise yıllarında canı sıkıldıkça sıra dayağına çıkan okul müdürünü korkuyla bekleyen öğrencilik hallerimizi anımsayalım.


Müdür sınıfa girip, bizi şaşkın bırakır bir halde gülümseyip, “bu öğlen sizinle bir maç yapalım, methinizi çok duyduk,” diyerek çekip gittiğinde, ardından “delikanlı adammış aslında” diye bağıranlar da bizler değil miydik? Biliyoruz ki, seçilecek yere konulacak milletin vekili de çocuklar gibi şen olacak, belki biraz lise yıllarının haylaz işlevsizliğini andıran Meclisin tatlı, ereksiz telaşına yeniden kavuşabildiği için mutlu hissedecektir. Bu mühim adamcılık oyununa kendisini öylesine kaptıracaktır ki, “sahi ben ne işe yarıyorum?” sorusunu unutuverecektir. ‘Tayyip Reis’ gemiyi batırana kadar sesini çıkarmayacak, ancak ondan sonra şerefli bir parti içi demokrasi mücadelesine soyunacaktır. Ancak o zaman, Genel Başkan’ının, “Fazilet ve Refah geleneğinde, parti içi demokrasi yoktu. Erbakan’a biat etmeyenin önü kesilirdi” diyerek, şimdi mensubu bulunduğu partiyi kurmaya soyunduğunu hayal meyal hatırlayacaktır. Kendileri demokrat olamadan, proje demokrasiciliğine soyunanların bu hallere düşmeleri de şaşırtıcı olmamalı. Sahi, bu ülkede ‘siyasetçiler’ ne işe yararlar?


Peki bu nasıl bir demokratikleşme hamlesidir? Biçimsel demokrasinin en basit kurallarıyla bakarsak, daha ilk adımda sınıfta kalınmaktadır. Yüzde 10 barajı olan bir ülkede, biçimsel demokrasinin temsilde adalet ilkesinden bahsedilebilir mi? Darbeciler hızlarını alamayıp, bu barajı yüzde 15 yapmış olsalardı, biz şimdi bu fiilî durumdan mı vazife çıkarıyor olacaktık? 26 yıldır defalarca altında kalıp, üstüne çıksalar da bu seçim barajını değiştiremeyenler kimlerdir? Bu nasıl bir erksizliktir? Hangi memlekette buna koşulsuz karşı çıkmayana demokrat denilebilir?


Eski darbecilere ve yeniyetme heveslilere, yaptıklarının bedelinin ağır olabileceği dersini veremeyen siyasetçiler, demokratikleşmeyi başarabilirler mi? “12 Eylül darbecileri yargılansın” diyerek haklı bir kampanya yürütürken, 28 Şubatçılardan bahsetmeyenler kimlerdir? Veya 28 Şubat mağduru olup, “hem bunu yapanlar, hem 12 Eylül’ü yapanlar yargılansın” diyemeyenler hangileridir? “Şimdilik bu konulara girerek suni gerginlik yaratmayalım” diyen ağır ve vakur siyasetçi görüntüleri geliyor gözümüzün önüne. Sanki başka bir zaman diliminde bu işe girişebilecek demokratik inanç ve inatları varmış gibi. Bir siyasetçi, asli işlevi olan siyaset yapmayı, kireçlenmiş sorunlara neşter vurmayı, gerginlik yaratmak ve kriz çıkarmak olarak algılayıp, bir de demokratikleşme hamlesinden bahsedebilir mi? Demokratlık, bu ‘ders’ verme inadını, bunu başarana kadar sürekli gündemde tutmaktır...



Bu ülkede Muhafazakar Cumhuriyetçi (CHP gibi), Milliyetçi Muhafazakar (MHP gibi) ve Muhafazakar Popülist (AKP gibi) anlayışların ortak paydaları kadınların siyasetteki rollerini en alt düzeyde tutmaktır. Gerekçeleri değişik olsa da, ırmağın aktığı yer aynıdır. Bilindiği gibi bu topraklarda, “kadınların siyasete daha etkin biçimde katılmaları gerektiğini” savunmayan siyasetçi yoktur. Bu çok soyut ve kendi başına samimiyetsiz bir vurgudur. Ayakların yere daha net basması gerekmektedir. Bu ülkede kimilerinin ‘makul’ bulduğu eşarp ve ‘makul bulmadıkları’ türban ve çarşafla başını örten kadınların oranının en az yüzde 60 civarında olduğunu gösteren araştırmalar var. Peki bunların Meclis’te ‘görünür’ olamamalarının ne kadar büyük bir ‘skandal’ olduğu konusunda hemfikir olabiliyor muyuz? Bizim için modernleşme, görüntüden ibaret midir? Bu insanlar modernleşene kadar bekleyecek miyiz? Veya modernleşmenin ölçüsü, başını örtmemek mi olacak? Kadınların siyasette daha etkin olmalarını savunanların önemli bir gövdesinin, bu sorunun etrafından dolanmaları ne kadar tuhaftır? Meclisi bir yana bırakalım, üniversite kapısında başörtüsünü çıkararak içeriye giren kızların, böylece yavaş yavaş modernleştiklerini, kendilerini kullanan maksatlı çevrelerden özgürleştiklerini savunanlar bile vardır. Böylece tek bir hamleyle bu kızlar özgürleşmiş; daha da önemlisi modernleşmiş olmaktadırlar. Bundan da ötesi, görüntüyü kurtarmış olmaklığımızdır! Türkiye koşullarında bu çelişkileri görmezden gelmek, demokratlığı ıskalamaktır...


Üniversite demişken, “ülkenin en eğitimli kesimlerinin” kendilerini ilgilendiren meseleler karşısındaki tavırlarını, demokrasi açısından irdelememek olmaz. Şu anda üniversite mensupları olarak, YÖK ve Milli Eğitim Bakanlığı arasındaki bitmek bilmez, ve bir o kadar da verimsiz dama maçını, kafamızı sağa sola sallayarak izlemekteyiz. Bakalım kim kimin taşlarını önce yemeyi başarabilecek? Bir hamleyle yenilip oyun dışına atılıveren taşların eylemsizliği, aslında bizleri, ‘üniversite hocalarını’ anımsatıyor. Rektörlük seçimlerinde ilk altıya kalan adaylar hakkında, MİT raporu benzeri kaynaklar da kullanılarak soruşturmalar yapılması ve bazılarına, “bu devletin seninle çalışmak isteyebileceği kadar güvenilir değilsin” denilmesindeki rencide edici tavrı nasıl içimize sindirebilmekteyiz? “Rektör bizdense sorun yok” tavrına bu kadar kolay razı olabilmek mi; yoksa rektörlerin tanrısal yetkilerinin, fakülte ve bölümlere devredilmeleri; sadece tek dönem seçilebilmeleri gibi uygulamaları gür bir sesle haykırmak mı daha demokratik bir duruş? Bırakın demokratik duruşu; biraz kurnaz olabilenler bilir ki, güçlü bir rektörün tek başına bütün taşları yiyebildiği bir yapıda, Olimpos Tanrıları savaşırken, en çok bizler eziyet göreceğiz. “Bölümlerimize alınacak öğretim üyelerine bizler karar vermeliyiz, bir haksızlık yapıldığı düşünüldüğünde, doçentlik jürisine benzer hakem heyetlerini yine bizler oluşturabiliriz” diyemediğimiz sürece, kendi kaderimiz başkalarının ellerinde oyuncak olmaya devam edecektir. Sahi, demokrasi kendi kaderine sahip çıkmak değil midir? İyi eğitim görme şansına sahip olabilmiş akademisyenlerin, kendi işyerleri olan üniversitelerde demokratlığı ıskaladıkları bir toplumda, bu şansı hiç bulamamış insanların demagoglar peşinde koşmalarını nasıl ayıplayabiliriz?


‘Eski bir emniyetçi’ ve eski bir emniyetçi olduğu için siyasette ikbal kapılarını aralamış birileri, “dağda savaşacaklarına düz ovada siyaset yapsınlar” dediğinde, ‘muktedirler arasından bir muktedir,’ bu canalıcı meseleye sahip çıktı diye sevinenler, DYP’yi birdenbire DP’nin asıl devamı diye övenler ortaya çıktı. Bunların bir kısmı, “AKP’ye göre daha bizden, MHP’ye göre daha az haylaz bir alternatif çıktı” diye sevinmekteler aslında. Kürt sorununun çözümüyle de pek öyle meşgul değiller. DYP, ‘onurlu AB yanlısı’ tavrı ve İslamcı olmayan ‘Ev’den haliyle; ve CHP’nin erişemeyeceği kitleleri AKP ve MHP’den çalabilecek bir alternatif olma ihtimaliyledir ki, kimi gönülleri çelmektedir. Bu toplumsal mühendislik heveslisi, kerameti kendinden menkul kanaat önderlerinin, İkitelli-Borsa hattında konuşlandıklarını tahmin etmek zor değildir. Bunların içerisinde, DYP ve AKP’nin ağırlıkta olduğu bir Meclis oluşursa, Hocaefendi’yi ABD’den yurduna intikal ettirmek gibi taleplerinin gerçekleşebileceğine inananların olduğu da hissedilmektedir. Oysa yıllardır bu ülkede, Kürt sorununun demokratik yollardan çözümü için, günah keçisi ilan edilmelerini umursamadan mücadele eden ‘birkaç iyi insan’ vardır. Kelimenin gerçek ve kirlenmemiş anlamıyla sivil insanlardır bunlar. Bu birkaç iyi insana, ‘dindar veya laik medya’ ne kadar destek vermişlerdir, bu güne kadar? Bu konuda en bariz biçimde sınıfta kalanlar, en son yerel seçimde Kürtlerden en çok oy almayı başarmış olan AKP’lilerdir. Bu da, yapabilecekleri çok şey olmasına rağmen, “aman bir gerginlik olmasın da...” diyerek bir başka bahara erteledikleri sorunlardan bir tanesidir. O bekledikleri bahar değil de, içinden çıkılamaz bir kış, kıyamet olarak karşılarına çıkabilir. Bu sorunu çözme yolunda sivil inisyatifler geliştirmeden; varolanlara destek vermeden; daha doğrusu bu sorunun demokratik yoldan çözümü için taşın altına girmeden demokrat olunabilir mi?



Tüm bu meselelere değinirken, ‘Cumhurbaşkanlığı’ krizini atlamak olmaz. Bugün özellikle siyaset sınıfı, hızla raydan çıkmak üzere olan bir trenden, acaba ne olacak diye etrafına şaşkın şaşkın bakan ‘çocukları’ andırmaktadır. “Cumhurbaşkanını halk seçsin veya seçimler erkene alınsın önerilerini” ortaya atanlar olmakla beraber, bu öneriler asıl sorunun etrafından dolanmaktadırlar. Oysa birinci sorun, bu sistem içerisinde bu denli güçlü bir Cumhurbaşkanlığı kurumuna ihtiyaç olup olmadığıdır. Eğer parlamenter demokrasi olmak istiyoruz deniliyorsa, Cumhurbaşkanının yetkilerinin üniversite, yargı gibi ilgili kurumlara iade edilmesi ve bu kurumların kendi sorunlarını kendi özerk yapıları içerisinde çözmeleri savunulmalıdır. Asıl sorun, yeni Cumhurbaşkanının nur yüzlü olması veya olmaması ihtimaline indirgenemeyecek kadar derindir. Ve temelde ne kadar demokrat olabildiğimizle ilgilidir.


Tarih boyunca siyasal tartışmayı donduranların, bunu Devleti, Tanrıyı, Bilimi veya Sermayeyi merkeze alan, onlar adına hareket eden özcülükler üzerinden yaptıkları çok sayıda örnek vardır. Zamanla bunlar arasında çok tehlikeli kokteyller oluştuğu da gerçektir. Bugün ülkemizde, Tanrı, Devlet, Bilim adına hareket eden özcülüklerin, en az direnç gösterdikleri; bırakınız direnç göstermeyi, kendilerini hevesle uydurdukları özcülük, Piyasa Tanrısı’nın, sermayenin dayattığı özcülüktür. Piyasa Tanrısı, büyük bir küstahlıkla diğer ideolojik alanları kolonize etmekte, her alanın kendisine uyumlanmasını dayatmaktadır. Dindarların, milliyetçilerin, bilimcilerin ana gövdesi buna karşı durmayı bırakın, bu ateşe çalı çırpı taşıyan serçe rolünü severek üstlenmektedirler. Tüm bu çabalar, insanların kendi iktisadi kaderlerine karar veremeyecekleri bir siniklik durumunu hep beraber yaratmaktadırlar. İnsanlar, Piyasa Tanrısı’nı dizginleme hakları veya güçleri olmadığına inandırılmak istenmektedirler. Bunu kabul etmeyerek direnenleri, bir başka çağa ait, arkaik insanlar olarak görmek ülkemizde yaygın bir tavırdır.


Sözgelimi, sendika kelimesini duyunca müstehzi gülümseyen; ve “kendilerine başka türlü ve kaliteli” bir grup oldukları hissiyatı telkin edilen banka ve sigorta çalışanları; ekonomik kriz sonucu onbinlercesi işten kısa bir süre içinde atıldığında; bireycilikle yaldızlanmış örgütsüzlüklerinin aslında ‘arkaik’ bir durum olduğunu hiç düşünmüşler midir? Bugün yine sendika denildiğinde, aynı müstehzi gülümsemeleri gözleyebileceğiniz bir başka alan da Vakıf Üniversiteleridir. Oysa üstüste iki yıl ‘mahsül’ iyi olmaz ve yeterince öğrenci kaydedemezlerse, kapının önüne konulacaklar ve buna ses çıkaramayacaklar. Çünkü, fena halde örgütsüzler. Kendi kaderlerini belirleme ve haklarını savunma anlamında, tam anlamıyla ‘çocukluk’ evresindeler. Bu örnekler elbette uzatılabilir. Sözgelimi, kamu üniversitelerinde çok çok birkaç yüz milyon fazla ücret aldıkları idari personelle aynı sendikada yer almayı kendi seçkinlik mitoslarına yediremeyen; ve sendikalara üye olmayan doçent ve profesörlerden de bahsedebiliriz. Asıl sorun şudur: kendi iktisadi kaderine el koyamayan bir toplum olma edilgenliğini, gelişmişlik olarak yutmaya devam mı edeceğiz? Veya bu konuda ülkenin onuru olan KESK gibi yapıların, kendileriyle ilgili iktisadi karar alma süreçlerine, grevli ve toplu sözleşmeli sendika olmaktan gelen güçleriyle katılma taleplerinde gözlenen anlayışın, toplumun her alanına yaygınlaşmasını mı savunacağız? Bir toplum, üretimi ve bölüşümü denetleyemiyorsa, orada olabilecek en son şey demokrasidir...



Türkiye demokratsız demokratikleşme veya siyasetsizlik cenderesinden kurtulmak için, yukarıdaki somut meseleler üzerinden inşa edilmiş, etkin bir demokrat kimliğe büyük bir ihtiyaç duymaktadır. Bu somut meseleler karşısında etkin bir demokrat kimliğini olmazsa olmaz göremeyen sosyalist bir duruş, her şeyden önce özgürlükçü olma iddiasını ve ayaklarının yere basma zorunluluğunu ıskalayacaktır. Herkesin kendi adasına, sitesine çekilmeye teşvik edildiği; bir zamanlar umut bağlananların da sırf kendilerine Müslüman olduklarının anlaşıldığı bir ortamda, diğerkam bir demokratlık bu ülkenin en sahici çimentosu olmaya adaydır...

Friday, January 8, 2010

AKP’yi Sol’dan eleştirmek..

1970’lerin Erbakan liderliğindeki Milli Selamet Partisi’ni (MSP) bilen birisinin Mars Gezegeni’ne gittiğini ve 40 yıl sonra Türkiye’ye döndüğünü hayal edelim. Hayal kurmak bedava olduğuna göre, bu kişinin 40 yıl boyunca Türkiye’ye dair hiçbir şeyi izleyemediğini ve ansızın ülkemize geri döndüğünü kuralım. Gezegenlerarası seyyahımız, Erbakan’ın Milli Görüş’ünden kopan bir gurubun büyük oy oranlarıyla iktidar olduğunu gördüğünde çok şaşıracaktı. Yine AKP’nin kendisini meşrulaştırmak için kullandığı söylemi duyduğunda ağzı bir karış daha açılacaktı. Bu söylem, Milli Görüş’ün Soğuk Savaş boyunca sert reaksiyon gösterdiği, ‘Batı taklitçisi’ düşmanlarından çok şeyler ödünç almış görünüyordu.
Yurduna dönen seyyahımızın, eline Cumhuriyet Gazetesi’ni aldığında bir başka şok yaşayacağını kestirebiliriz. Çünkü bu gazete, Soğuk Savaş boyunca rekabet ettiği sağ milliyetçi çizgide yer alan Tercüman Gazetesi’ne benzeyivermiş, onun sıkıcı, reaksiyoner bir kopyası haline gelmişti. Tüm bu değişimleri inanılmaz bir hızla deneyimlemek zorunda kalan milyonlarca insan bugün bunları anlamlandırmakta nasıl zorlanıyorsa, seyyahımız da benzer bir zorlanma sürecine savrulacaktı. Sanki tarih bizimle dalga geçiyordu. Alışılmış ezberlerimiz bozulmuş, tutunacak sabit bir zemin bulmakta zorlanır olmuştuk.
Ezberi en çok bozulanlardan birisi de Türkiye Solu oldu. Bu hızlı değişim ortamını iyi tahlil eder, ona göre söylem ve yöntemlerini yenileyebilirse, belki bir başka Mars seyyahı ülkemize döndüğünde Solcuları iktidarda görecektir. İnanmakta zorlandınız mı? 70’lerin Milli Görüşçüleri de bir gün iktidar olacakları söylense inanmakta zorlanırlardı. Bu satırların yazarı iktidar lafından hoşlanmasa da, Solcuların Türkiye toplumunun kaderini olumlu biçimde değiştirebilecek bir güç haline geleceğine tüm kalbiyle inanıyor. Bunu yapmanın yolu, sadece AKP’yi var eden toplumsal koşulları değil, küresel koşulları da başarıyla analiz edebilmekten geçiyor.
Eğer ezberlerinizin yarattığı bulanık görme sorunu yüzünden Marslılara dönüşmediyseniz henüz, 20 yıl sonrasının Türkiye’siyle ilgili spekülasyonlarımızı paylaşmaya devam edelim. Muhtemelen 20 yıl sonrasının Türkiye’sinde “Burjuva” denildiğinde akla gelen imajlar değişmiş olacak. Bugün Hürriyet Gazetesi’nin işgal ettiği sembolik zemine Zaman Gazetesi yerleşmiş olabilir. Bu gazeteyi izleyenler manipülasyon yöntemleri ve hegemonik düşünme bakımından iki gazete arasında belirgin bir fark olmadığını zaten teslim ederler. Bugünden kestiremediğimiz, Zaman ve Hürriyet’in iki farklı Burjuva rasyonalitesinin temsilcileri olarak “tatlı bir rekabet” içinde bir arada var olup olamayacaklarıdır. Elbette Zaman veya Hürriyet derken bu gazetelerin temsil ettiği kesimleri kastediyoruz. Benim öngörüm, Zaman’ın bir boy ileride olduğu, ama Hürriyet’in temsil ettiği Burjuvazinin de hemen peşinden geldiği bir Türkiye Burjuvazisi resmi. Yirmi yıl sonra, tatlı su dindarlığı kıvamındaki Müslüman Muhafazakarlarla, laik Muhafazakarlar Burjuvaziyi beraberce oluşturuyor olabilirler.
Yani, Türkiye Burjuvazisi nitelik ve nicelik değiştiriyor, tıpkı bütün toplumumuz gibi. MÜSİAD’ın eski başkanlarından Erol Yarar, Star Gazetesi’ne yakın zamanda verdiği bir söyleşide “Türkiye’nin Asli Burjuvazi Biziz!” deyiverdi. 1990’ların ikinci yarısında bu insanların kendilerine burjuva demelerini mümkün kılacak bir ortam yoktu. Gün, “Batı taklitçiliğine” saldırma günüydü. “Asli Burjuva biziz” sözcüğü aslında anlayan için büyük bir iflasın da itirafıdır. “Başka türlü bir uygarlık, başka türlü bir sermaye, daha adil bir düzen” gibi iddialarını hızla unutan, dünyalılaşmak isteyen, dünyevileşmek isteyen, Batılılar gibi yaşamak isteyen insanlar var karşımızda. “Asli burjuva benim, yok sensin!” tartışması aklı başında insanların ciddiye almaması gereken bir tartışmadır. Burada söylenmek istenen şey, “Bizi de aranıza alın!” talebinden başka bir şey değildir. Eski MÜSİAD üyesi kimi isimlerin sessizce TÜSİAD’a katıldıklarını duymamış olabilirsiniz?
Bizim asıl sorunumuz, AKP, MÜSİAD ve Gülen Cemaati’nin “iş adamları” örgütü olan TUSKON gibi yapıların oluşturduğu bir “Biz ve Onlar” hegemonik söylemini kıramamak, hatta bu söylemin mantığı içinde düşünmek yanlışına düşmektir. Muhafazakar Popülizm diye tarif edilebilecek bu hegemonik söylem, “Sessiz Müslüman/ Muhafazakar asli unsur” ve “Özyurduna yabancı ama fazlasıyla etkili Batıcı/Modernist azınlık” ikiliğine dayanır. Buna göre, “Azınlık olanlar, Millet’in değerlerine yabancı olanlar, mazlum ve mağdur Millet’in hakkına her daim musallat olurlar. Erdoğan gibiler, Gülen gibiler Millet’in öz cevherinden kopup gelen direniş unsurlarıdır.” Yakın zamanlarda eski bir Refah Partili, “Bugün lüks cipe binen türbanlıyla işinden atılan bir türbanlının aynı yerde duruyor olamayacağını vurgulamıştı…
Bizlerin de yapmaya çalışması gereken şey, yukarıdaki popülist hegemonik söylemi kırmaya çalışmaktır. Bizler, Müslümanları doğal olarak karşımıza alan ve kuram kılığına soktuğumuz Cumhuriyetçi önyargılardan beslenen yaklaşımlarımızla oyuna hep mağlup başlıyoruz. Daha da kötüsü, sürekli yukarıda bahsettiğimiz Muhafazakar Popülist hegemonyanın değirmenine su taşıyoruz. Basit bir örnek vermek istiyorum: Türkiye’de yüzde 10 seçim barajı olduğundan yakınırız hep. Oysa bence o baraj çok daha yüksek. Türkiye’de kadınların yüzde 60 civarının başörtüsü taktığı tahmin ediliyor. Başörtülülerin Milletvekili olamadığını anımsadığınızda, bu barajın yüzde 40’a çıktığını görebilirsiniz. Gelin buna bütün partilerin örtük biçimde mutabık oldukları uzlaşma gereği, gençlerin Meclis’te temsil imkanının kısıtlanmasını da ekleyelim. Böylece Türkiye Demokrasisinin temsil düzeyi yüzde 50’ye geriledi. Daha bitmedi maalesef. Milletvekili olmak için bir servet harcamak gerektiğine göre sadece zenginlerin milletvekili olabilme gerçeğini- DTP’nin oluşturduğu kısmi istisna hariç-dikkate aldığımızda oluşan yeni barajı siz belirleyin?
İşte bizim tüm boyutlarıyla ele almamız, karşı durmamız gereken tablo: Bir çırpıda Kürtleri, Kadınları, Gençleri ve Yoksulları mağdur eden bir durumu Meclis’e bakarak gözler önüne serebilirsiniz. O zaman AKP’nin ve diğer partilerin “Milli İrade’yi” veya “Halkın İradesini” temsil etme iddialarının ne kadar boş olduğunu görebiliriz. Meclis, kavga eder gibi görünseler de pek çok meselede örtülü ve açık uzlaşan üç tür Muhafazakarlığın mekanıdır: AKP’nin temsil ettiği Dindar Muhafazakarlık, CHP’nin temsil ettiği Muhafazakar Cumhuriyetçilik ve MHP’nin temsil ettiği Milliyetçi Muhafazakarlık. Bu üç tarz muhafazakarlığı açık ve net biçimde karşısına almayan bir solun yeni olması mümkün değildir.
AKP, tıpkı diğer Merkez Sağ partiler gibi dünyanın siyasal ve iktisadi egemenleriyle uzlaşma tercihinde bulunmuştur. Tıpkı DP, AP ve ANAP gibi Türkiye’yi Küresel Kapitalizme eklemler, daha da dünyalılaştırırken, bunun ideolojik dilini inşa etmekten kaçınmaktadır. Merkez Sağ, kapitalizmi derinleştirmesinin sonucu olan toplumsal sonuçlara ve sorunlara yapısal bakamaz. Bu nedenle kültürel sonuçlar, asıl sorumluymuş gibi sahte bir dile sığınır. Asıl sorun kaotik kapitalistleşme değilmiş de, sözgelimi, bu süreçlerin doğal bir sonucu olan kadınların emek piyasasında ve toplumsal hayatta daha fazla görünür olmasıymış gibi davranır. Merkez Sağ, kapitalistleşmenin yapısal analizinden kaçar çünkü o süreci derinleştiren, ondan istifade eden başat aktör kendisidir. Bu durumda kültürel sonuçları sebepmiş gibi gösterir.
Tam da bu çelişki, gezegen bilincine sahip, dünyalı ve alternatif küreselleşme yanlısı solun istifade edebileceği bir zayıflıktır. Çünkü AKP, kendisinin de önayak olduğu dünyalılaşma sürecinin sorunlarını kapsayacak bir ideolojik esnekliğe sahip değildir. Hızla dünyalılaşmaktan ürkmektedir. Bu yeni dünyanın tutarlı ve eleştirel bir dilini oluşturma imkanı en çok Sol’da mevcuttur. AKP, tıpkı CHP gibi, bizzat önayak olduğu değişimler sonucunda kendi mezar kazıcılarını da yaratmaktadır…
Yukarıda MÜSİAD eski başkanının kapitalizme direnmekten ziyade, onun oluşturduğu hiyerarşi içinde yer edinme talebinde bulunduğunu göstermeye çalıştık. Türkiye dışa açıldıkça, zenginler dünyanın zenginleri gibi yaşamak ve yönetmek isteyecek. Tam da bu nedenle, sistemin mağdurları da dünyanın diğer ülkelerindeki mağdurların tecrübelerini öğrenecek, onlarla dayanışmayı kavrayacak. Tüm hızlı alt üst oluşlarına rağmen daha fazla dünyalılaşmak, solun istifade edebileceği imkanlar da barındırıyor. Bugün küresel egemenlerin, dünya mağdurlarıyla, adeta birbiriyle etkileşimi olmayan labirent fareleri gibi oynayabildikleri açıktır. Bahsedilen labirentlerin hayattaki karşılığı Ulus-Devletlerdir. Ulus-Devletler içine sıkıştırılmak istenilen mağdurlar, bu sıkışmışlıkları nedeniyle, onlara küresel bakabilen egemenlerle daha etkin biçimde mücadele edemiyorlar. Ama Marks’ın daha önce teşhis ettiği, bizzat Küresel Kapitalizmin içinde barındırdığı yaratıcı yıkıcılığı ve yıkıcı yaratıcılığı, tüm süreçlerin küresel güçlerce denetlenmesini de imkansız hale getiriyor. İnsanlar, ulus-devletlerin oluşturduğu açık hava hapishanelerini kırıyor ve dünyalılaşmak istiyor. Bunu yaparken de kapitalizmin küreselleştirici dinamiklerini ve çelişkilerini kullanıyorlar.
Türkiye Solunun da yapması gereken budur: Daha fazla dünyalılaşmak ve küresel mücadelelerle yan yana gelerek etkinliğini arttırmaya çalışmak. Solun bu yöndeki en büyük engeli, evrensel sandığı ideolojilerin dil ve söylemine sıkışması ve bu nedenle yaşayan küreye, dünyaya gezegen bilinciyle bakamamasıdır. Evrensel olan, özgürlük ve eşitlik idealinin, tarihsel olarak en mümkün bileşimini hayata geçirmeye çalışmak, bu bileşimin de değişime açık olduğunu baştan kabul etmek ve tüm bunları yaparken doğayla uyumlu bir hayat inşa etmeyi bir başka temel ilke olarak içselleştirmektir. Evrensellik, bu ana ilkeler (Özgürlük, Eşitlik ve Doğayla uyumlu bir hayat) açısından söz konusu olabilir. Bu ilkelere ulaşmak için, adeta tarih-üstü hale getirilen, kutsallaştırılan, araç iken amaç haline terfi ettirilen hiçbir bağlayıcı ve alternatifsiz yöntem yoktur.
Bu ideolojik kısıtlar sadece dünyaya değil ülkeye de Marslılar gibi bakmamıza yol açıyor. Evet, AKP bile küresel düşünürken bizler bulunduğumuz yerlerde büyülü laflardan başımız dönmüş, aynı yerde dönüp durmamıza yol açan bir kendi kendimizle konuşma haline, Epistemik bir Cemaat olma durumuna savrulmuşuz. Başka cemaatlere yüklenmeyi severiz, ama dışarıdan bakanlar için bizler de bir cemaatiz. Hem de cemaatlerin en dışlayıcılarından birisi: Şifreli bir dile sahip epistemik bir cemaat. Tam da bu cemaat haline özgü kısıtlamalar yüzünden mağdurlarla bağ kuramıyoruz. Başkalarıyla ortaklaşamıyoruz.
Yazının başlarında yirmi yıl sonra Türkiye Burjuvazisini Zaman ve Hürriyet Gazetelerinin temsil etmesinin muhtemel olduğunu vurgulamıştık. Onların karşısında kimlerin, nasıl yan yana geleceklerini asıl belirleyecek olanın, bizlerin ülkemizi ve dünyayı daha iyi kavramamızı sağlayacak ideolojik dönüşümleri gerçekleştirebilmemizde yattığını düşünüyorum. Yirmi yıl sonra, hala Bizler ve Onlar ayrımını başarıyla kullanan hegemonik bir iktidar bloğu karşısında zayıf ve dünyadan kopuk olarak mücadele ediyor olabiliriz. Daha iyi senaryo, “Bizi” nitelik ve nicelik olarak çoğaltacak esnekliği sağlamış ve “Biz” vurgusunun önemli bir paydasını gezegen bilinci etrafında şekillendirmiş solun varlığı…