Friday, January 8, 2010

AKP’yi Sol’dan eleştirmek..

1970’lerin Erbakan liderliğindeki Milli Selamet Partisi’ni (MSP) bilen birisinin Mars Gezegeni’ne gittiğini ve 40 yıl sonra Türkiye’ye döndüğünü hayal edelim. Hayal kurmak bedava olduğuna göre, bu kişinin 40 yıl boyunca Türkiye’ye dair hiçbir şeyi izleyemediğini ve ansızın ülkemize geri döndüğünü kuralım. Gezegenlerarası seyyahımız, Erbakan’ın Milli Görüş’ünden kopan bir gurubun büyük oy oranlarıyla iktidar olduğunu gördüğünde çok şaşıracaktı. Yine AKP’nin kendisini meşrulaştırmak için kullandığı söylemi duyduğunda ağzı bir karış daha açılacaktı. Bu söylem, Milli Görüş’ün Soğuk Savaş boyunca sert reaksiyon gösterdiği, ‘Batı taklitçisi’ düşmanlarından çok şeyler ödünç almış görünüyordu.
Yurduna dönen seyyahımızın, eline Cumhuriyet Gazetesi’ni aldığında bir başka şok yaşayacağını kestirebiliriz. Çünkü bu gazete, Soğuk Savaş boyunca rekabet ettiği sağ milliyetçi çizgide yer alan Tercüman Gazetesi’ne benzeyivermiş, onun sıkıcı, reaksiyoner bir kopyası haline gelmişti. Tüm bu değişimleri inanılmaz bir hızla deneyimlemek zorunda kalan milyonlarca insan bugün bunları anlamlandırmakta nasıl zorlanıyorsa, seyyahımız da benzer bir zorlanma sürecine savrulacaktı. Sanki tarih bizimle dalga geçiyordu. Alışılmış ezberlerimiz bozulmuş, tutunacak sabit bir zemin bulmakta zorlanır olmuştuk.
Ezberi en çok bozulanlardan birisi de Türkiye Solu oldu. Bu hızlı değişim ortamını iyi tahlil eder, ona göre söylem ve yöntemlerini yenileyebilirse, belki bir başka Mars seyyahı ülkemize döndüğünde Solcuları iktidarda görecektir. İnanmakta zorlandınız mı? 70’lerin Milli Görüşçüleri de bir gün iktidar olacakları söylense inanmakta zorlanırlardı. Bu satırların yazarı iktidar lafından hoşlanmasa da, Solcuların Türkiye toplumunun kaderini olumlu biçimde değiştirebilecek bir güç haline geleceğine tüm kalbiyle inanıyor. Bunu yapmanın yolu, sadece AKP’yi var eden toplumsal koşulları değil, küresel koşulları da başarıyla analiz edebilmekten geçiyor.
Eğer ezberlerinizin yarattığı bulanık görme sorunu yüzünden Marslılara dönüşmediyseniz henüz, 20 yıl sonrasının Türkiye’siyle ilgili spekülasyonlarımızı paylaşmaya devam edelim. Muhtemelen 20 yıl sonrasının Türkiye’sinde “Burjuva” denildiğinde akla gelen imajlar değişmiş olacak. Bugün Hürriyet Gazetesi’nin işgal ettiği sembolik zemine Zaman Gazetesi yerleşmiş olabilir. Bu gazeteyi izleyenler manipülasyon yöntemleri ve hegemonik düşünme bakımından iki gazete arasında belirgin bir fark olmadığını zaten teslim ederler. Bugünden kestiremediğimiz, Zaman ve Hürriyet’in iki farklı Burjuva rasyonalitesinin temsilcileri olarak “tatlı bir rekabet” içinde bir arada var olup olamayacaklarıdır. Elbette Zaman veya Hürriyet derken bu gazetelerin temsil ettiği kesimleri kastediyoruz. Benim öngörüm, Zaman’ın bir boy ileride olduğu, ama Hürriyet’in temsil ettiği Burjuvazinin de hemen peşinden geldiği bir Türkiye Burjuvazisi resmi. Yirmi yıl sonra, tatlı su dindarlığı kıvamındaki Müslüman Muhafazakarlarla, laik Muhafazakarlar Burjuvaziyi beraberce oluşturuyor olabilirler.
Yani, Türkiye Burjuvazisi nitelik ve nicelik değiştiriyor, tıpkı bütün toplumumuz gibi. MÜSİAD’ın eski başkanlarından Erol Yarar, Star Gazetesi’ne yakın zamanda verdiği bir söyleşide “Türkiye’nin Asli Burjuvazi Biziz!” deyiverdi. 1990’ların ikinci yarısında bu insanların kendilerine burjuva demelerini mümkün kılacak bir ortam yoktu. Gün, “Batı taklitçiliğine” saldırma günüydü. “Asli Burjuva biziz” sözcüğü aslında anlayan için büyük bir iflasın da itirafıdır. “Başka türlü bir uygarlık, başka türlü bir sermaye, daha adil bir düzen” gibi iddialarını hızla unutan, dünyalılaşmak isteyen, dünyevileşmek isteyen, Batılılar gibi yaşamak isteyen insanlar var karşımızda. “Asli burjuva benim, yok sensin!” tartışması aklı başında insanların ciddiye almaması gereken bir tartışmadır. Burada söylenmek istenen şey, “Bizi de aranıza alın!” talebinden başka bir şey değildir. Eski MÜSİAD üyesi kimi isimlerin sessizce TÜSİAD’a katıldıklarını duymamış olabilirsiniz?
Bizim asıl sorunumuz, AKP, MÜSİAD ve Gülen Cemaati’nin “iş adamları” örgütü olan TUSKON gibi yapıların oluşturduğu bir “Biz ve Onlar” hegemonik söylemini kıramamak, hatta bu söylemin mantığı içinde düşünmek yanlışına düşmektir. Muhafazakar Popülizm diye tarif edilebilecek bu hegemonik söylem, “Sessiz Müslüman/ Muhafazakar asli unsur” ve “Özyurduna yabancı ama fazlasıyla etkili Batıcı/Modernist azınlık” ikiliğine dayanır. Buna göre, “Azınlık olanlar, Millet’in değerlerine yabancı olanlar, mazlum ve mağdur Millet’in hakkına her daim musallat olurlar. Erdoğan gibiler, Gülen gibiler Millet’in öz cevherinden kopup gelen direniş unsurlarıdır.” Yakın zamanlarda eski bir Refah Partili, “Bugün lüks cipe binen türbanlıyla işinden atılan bir türbanlının aynı yerde duruyor olamayacağını vurgulamıştı…
Bizlerin de yapmaya çalışması gereken şey, yukarıdaki popülist hegemonik söylemi kırmaya çalışmaktır. Bizler, Müslümanları doğal olarak karşımıza alan ve kuram kılığına soktuğumuz Cumhuriyetçi önyargılardan beslenen yaklaşımlarımızla oyuna hep mağlup başlıyoruz. Daha da kötüsü, sürekli yukarıda bahsettiğimiz Muhafazakar Popülist hegemonyanın değirmenine su taşıyoruz. Basit bir örnek vermek istiyorum: Türkiye’de yüzde 10 seçim barajı olduğundan yakınırız hep. Oysa bence o baraj çok daha yüksek. Türkiye’de kadınların yüzde 60 civarının başörtüsü taktığı tahmin ediliyor. Başörtülülerin Milletvekili olamadığını anımsadığınızda, bu barajın yüzde 40’a çıktığını görebilirsiniz. Gelin buna bütün partilerin örtük biçimde mutabık oldukları uzlaşma gereği, gençlerin Meclis’te temsil imkanının kısıtlanmasını da ekleyelim. Böylece Türkiye Demokrasisinin temsil düzeyi yüzde 50’ye geriledi. Daha bitmedi maalesef. Milletvekili olmak için bir servet harcamak gerektiğine göre sadece zenginlerin milletvekili olabilme gerçeğini- DTP’nin oluşturduğu kısmi istisna hariç-dikkate aldığımızda oluşan yeni barajı siz belirleyin?
İşte bizim tüm boyutlarıyla ele almamız, karşı durmamız gereken tablo: Bir çırpıda Kürtleri, Kadınları, Gençleri ve Yoksulları mağdur eden bir durumu Meclis’e bakarak gözler önüne serebilirsiniz. O zaman AKP’nin ve diğer partilerin “Milli İrade’yi” veya “Halkın İradesini” temsil etme iddialarının ne kadar boş olduğunu görebiliriz. Meclis, kavga eder gibi görünseler de pek çok meselede örtülü ve açık uzlaşan üç tür Muhafazakarlığın mekanıdır: AKP’nin temsil ettiği Dindar Muhafazakarlık, CHP’nin temsil ettiği Muhafazakar Cumhuriyetçilik ve MHP’nin temsil ettiği Milliyetçi Muhafazakarlık. Bu üç tarz muhafazakarlığı açık ve net biçimde karşısına almayan bir solun yeni olması mümkün değildir.
AKP, tıpkı diğer Merkez Sağ partiler gibi dünyanın siyasal ve iktisadi egemenleriyle uzlaşma tercihinde bulunmuştur. Tıpkı DP, AP ve ANAP gibi Türkiye’yi Küresel Kapitalizme eklemler, daha da dünyalılaştırırken, bunun ideolojik dilini inşa etmekten kaçınmaktadır. Merkez Sağ, kapitalizmi derinleştirmesinin sonucu olan toplumsal sonuçlara ve sorunlara yapısal bakamaz. Bu nedenle kültürel sonuçlar, asıl sorumluymuş gibi sahte bir dile sığınır. Asıl sorun kaotik kapitalistleşme değilmiş de, sözgelimi, bu süreçlerin doğal bir sonucu olan kadınların emek piyasasında ve toplumsal hayatta daha fazla görünür olmasıymış gibi davranır. Merkez Sağ, kapitalistleşmenin yapısal analizinden kaçar çünkü o süreci derinleştiren, ondan istifade eden başat aktör kendisidir. Bu durumda kültürel sonuçları sebepmiş gibi gösterir.
Tam da bu çelişki, gezegen bilincine sahip, dünyalı ve alternatif küreselleşme yanlısı solun istifade edebileceği bir zayıflıktır. Çünkü AKP, kendisinin de önayak olduğu dünyalılaşma sürecinin sorunlarını kapsayacak bir ideolojik esnekliğe sahip değildir. Hızla dünyalılaşmaktan ürkmektedir. Bu yeni dünyanın tutarlı ve eleştirel bir dilini oluşturma imkanı en çok Sol’da mevcuttur. AKP, tıpkı CHP gibi, bizzat önayak olduğu değişimler sonucunda kendi mezar kazıcılarını da yaratmaktadır…
Yukarıda MÜSİAD eski başkanının kapitalizme direnmekten ziyade, onun oluşturduğu hiyerarşi içinde yer edinme talebinde bulunduğunu göstermeye çalıştık. Türkiye dışa açıldıkça, zenginler dünyanın zenginleri gibi yaşamak ve yönetmek isteyecek. Tam da bu nedenle, sistemin mağdurları da dünyanın diğer ülkelerindeki mağdurların tecrübelerini öğrenecek, onlarla dayanışmayı kavrayacak. Tüm hızlı alt üst oluşlarına rağmen daha fazla dünyalılaşmak, solun istifade edebileceği imkanlar da barındırıyor. Bugün küresel egemenlerin, dünya mağdurlarıyla, adeta birbiriyle etkileşimi olmayan labirent fareleri gibi oynayabildikleri açıktır. Bahsedilen labirentlerin hayattaki karşılığı Ulus-Devletlerdir. Ulus-Devletler içine sıkıştırılmak istenilen mağdurlar, bu sıkışmışlıkları nedeniyle, onlara küresel bakabilen egemenlerle daha etkin biçimde mücadele edemiyorlar. Ama Marks’ın daha önce teşhis ettiği, bizzat Küresel Kapitalizmin içinde barındırdığı yaratıcı yıkıcılığı ve yıkıcı yaratıcılığı, tüm süreçlerin küresel güçlerce denetlenmesini de imkansız hale getiriyor. İnsanlar, ulus-devletlerin oluşturduğu açık hava hapishanelerini kırıyor ve dünyalılaşmak istiyor. Bunu yaparken de kapitalizmin küreselleştirici dinamiklerini ve çelişkilerini kullanıyorlar.
Türkiye Solunun da yapması gereken budur: Daha fazla dünyalılaşmak ve küresel mücadelelerle yan yana gelerek etkinliğini arttırmaya çalışmak. Solun bu yöndeki en büyük engeli, evrensel sandığı ideolojilerin dil ve söylemine sıkışması ve bu nedenle yaşayan küreye, dünyaya gezegen bilinciyle bakamamasıdır. Evrensel olan, özgürlük ve eşitlik idealinin, tarihsel olarak en mümkün bileşimini hayata geçirmeye çalışmak, bu bileşimin de değişime açık olduğunu baştan kabul etmek ve tüm bunları yaparken doğayla uyumlu bir hayat inşa etmeyi bir başka temel ilke olarak içselleştirmektir. Evrensellik, bu ana ilkeler (Özgürlük, Eşitlik ve Doğayla uyumlu bir hayat) açısından söz konusu olabilir. Bu ilkelere ulaşmak için, adeta tarih-üstü hale getirilen, kutsallaştırılan, araç iken amaç haline terfi ettirilen hiçbir bağlayıcı ve alternatifsiz yöntem yoktur.
Bu ideolojik kısıtlar sadece dünyaya değil ülkeye de Marslılar gibi bakmamıza yol açıyor. Evet, AKP bile küresel düşünürken bizler bulunduğumuz yerlerde büyülü laflardan başımız dönmüş, aynı yerde dönüp durmamıza yol açan bir kendi kendimizle konuşma haline, Epistemik bir Cemaat olma durumuna savrulmuşuz. Başka cemaatlere yüklenmeyi severiz, ama dışarıdan bakanlar için bizler de bir cemaatiz. Hem de cemaatlerin en dışlayıcılarından birisi: Şifreli bir dile sahip epistemik bir cemaat. Tam da bu cemaat haline özgü kısıtlamalar yüzünden mağdurlarla bağ kuramıyoruz. Başkalarıyla ortaklaşamıyoruz.
Yazının başlarında yirmi yıl sonra Türkiye Burjuvazisini Zaman ve Hürriyet Gazetelerinin temsil etmesinin muhtemel olduğunu vurgulamıştık. Onların karşısında kimlerin, nasıl yan yana geleceklerini asıl belirleyecek olanın, bizlerin ülkemizi ve dünyayı daha iyi kavramamızı sağlayacak ideolojik dönüşümleri gerçekleştirebilmemizde yattığını düşünüyorum. Yirmi yıl sonra, hala Bizler ve Onlar ayrımını başarıyla kullanan hegemonik bir iktidar bloğu karşısında zayıf ve dünyadan kopuk olarak mücadele ediyor olabiliriz. Daha iyi senaryo, “Bizi” nitelik ve nicelik olarak çoğaltacak esnekliği sağlamış ve “Biz” vurgusunun önemli bir paydasını gezegen bilinci etrafında şekillendirmiş solun varlığı…