Monday, October 17, 2011

Paylaşma Bu Yalnızlığı Düşlerinin Hızı İle…

Solcu bir ailenin çocuğu olarak 80’lerin ortasında liseye gitmek çok zordu. Bir önceki kuşağın bıçak gibi kesilen efsanevi öyküleriyle büyüyor ve bir türlü kendi hikayelerimizi yazamamanın kırıklığını yaşıyorduk. Küllenmeye yüz tutmuş bir ateşi canlandırmak için bizlerden medet umanlar çoktu. Onların bize verdikleri kitap, dergi veya yazılardan hiçbirisi, Ahmet Kaya kadar etkili olamadı. Ahmet Kaya’nın sesinde kendimizi bulduk. Daha farklı, anlamlı bir gençliğin mümkün olabileceğini sezdik.

Yıl 1989. Boğaziçi Üniversitesi Orta Kantin’inde bir an önce solculara karışmak için sabırsız bekleşirken, bir gurup öğrenci içeri girdi. Bunlardan birisi sanki benimle konuşuyordu. Bizleri, “Paylaşma bu yalnızlığı düşlerinin hızıyla!” diyerek eyleme çağırıyordu. Zülfü Livaneli’nin Genç Olmak şarkısından alınan bu çağrı kadar etkili bir başka cümle hatırlamıyorum. İzleyen yıllarda duvara astığımız, “Sensiz bir kişi eksiğiz!” sloganının, başka arkadaşları yüreklerinden yakaladığına şahit olacaktım.

Fakat solcu abi ve ablalarımla ilk temasım hayal kırıklığıydı. Farklı gurupların ortak bir dernek çalışmasında bir türlü yan yana gelememeleri, ama bunu çok büyük lafların arkasına sığınarak yapmalarının ne anlama geldiğini çok kavrayamamış, yine de bundan rahatsız olmuştum. Niye bu kadar çok sigara içiyorlardı? Heyecanlı olduklarını göstermemeyi erdem sayıyorlardı belki de? Zamanla bunun nedenini anladım: Solcular olarak bizler, genç olmadan büyümeye koşullanmıştık. Örgütlü olduklarında arkadaşlarımızın ses tonları bile değişiyor, yüzleri asılıyor ve çocuksu, çelişkili ve kırılgan taraflarının ortaya çıkmasından rahatsız olmaya başlıyorlardı. Kalpleriyle düşündükleri için solcu olanların, istemeden de olsa iktidarın diliyle konuşmaya başlamaları, geçmişte olduğu gibi, bugün de en büyük çelişkimiz.

Oysa gençlik, çelişerek değişmek ve gelişmek olmalı. Daha 18’li, 20’li yaşlarınızda en doğru, yanılmaz teorik doğrultuya sahip olduğunuza inanır ve diğerlerini ancak sizin doğrultunuzu kabul ettikleri zaman değerli; diğer durumlarda değersiz ve hatta zararlı görmeye başlarsanız, aslında iktidarın diline, tavrına esir olmuşsunuz demektir. Toplumda en ufak bir izi olmadığı, kalmadığı halde kendisine vurgun bir kibir de ancak böyle mümkün olabilir: Her zaman haklı olmanın kibri. Ne var ki, kendi içerisinde tutarlı görülen bir ideolojik soyutlamayı ısrarla sahiplenmeniz, o ideolojik soyutlama toplum tarafından sürekli yanlışlandığında pek bir şey ifade etmiyor. Bir yanlışı savunmanın adı, “yedi düvele karşı direnmek, taviz vermemek” olarak kutsanıyor.

Etkileşime, diyaloga kapalı bir tutum, en nihayetinde karşıtlarınızı insansızlaştırmayı, karikatürleştirmeyi getiriyor ki, hayat bu basitleştirmeleri kaldıramıyor. Yakın zamanda solcu bir öğrenci gurubu, Genç Sivilleri “modern faşistler” olarak eleştirmişti. Böylece onlarla en ufak bir etkileşimi, yan yana gelme ihtimalini, onların meşruluğunu daha başından dinamitleyerek yok etmiş oluyordu. Oysa çoğalabilmenin biricik yolu, başkalarıyla ortaklaşabilmek, “yozlaşmadan uzlaşabilmekten” geçiyor. Pek çok sol gurup hala inatla, “tek tipleşerek çoğalmak” gibi hem demokratik olmayan, hem de artık pratikte imkansız bir tarzı savunmaya devam ediyorlar. Büyük bir özveriyle ve irade gücünü son sınırlarına kadar zorlayarak birkaç yüz kişi olmayı “başarıyorlar,” ama sadece kısa bir süre için. Kısacık bir parıltı ve coşku anından sonra, çok sayıda insan bu yapılardan ayrılıyor ve örgütler yine başladıkları yere geri dönüyorlar. Biz bu yanlışı ne kadar çok yaptık ve yapmaya da devam ediyoruz…

“En tutarlı, en doğru yol benimkisi, benim saflarıma gel!” dediğinizde, kapitalizmin her alana yaygınlaştırdığı rekabetçi tavrı yeniden üretmiş oluyorsunuz aslında. Değişik sol gurupların, 1 Mayıs’ta kalabalık görünmeye verdikleri önem, bu rekabetçiliğin en rahatsız biçimde dışa vurduğu yerlerden sadece birisi. Kalabalık bir eylemci “kitle” fotoğraf verirken, kendi gurubunun bayrağıyla en öne fırlamak ve “bu kitleyi aslında ben örgütledim” mesajını vermeye çalışmak, şehrin her yanını süsleyen reklam panolarıyla, akşam ne izlememiz gerektiğini bize belletmeye çalışan tavırdan ne kadar farklı? Hayatın her alanını esir alan rekabetçi, hiyerarşik toplum yapısına karşı, en basit dayanışma kültürünü bile öremememiz, durmadan kardeşlerimizi incitmemiz, gayrı meşru saymamız, egemen kültürel kodlardan çok da uzaklaşamadığımızı göstermiyor mu?

Hayat ve ideoloji arasındaki açı giderek açıldığında, öfkeli bir reaksiyonerlik, giderek bakış açılarımızı köreltiyor. Genç yaşlarda her şeye öfke duyan, “kendisi gibi bir avuç temiz” insanın dışındakileri sürekli olumsuzlayan bir ruh haline esir olunuyor. Ama hayat sürekli olumsuzlama ve öfkeyle sürdürülemiyor. Tam da bu nedenlerle, çok inatçı, dirençli sandığımız insanlar, bir gün sessizce çekiliyor bu hayattan ve ertesi gün, takım elbisesini çekip, başka bir hayata sorgusuz, sualsiz atlayabiliyor. İnatçı dogmatizmden, “inançsız tüketiciler enternasyonali” vagonuna atlamanın bu denli kolay olması neden? Sahiden de, gençlik yıllarımdan bu yana, bir zamanlar en radikal duruşu sergileyenlerin, bugün ne yaptıklarına baktığımda, çok şaşırıyorum. Bir zamanlar bütün yönleriyle olumsuzladıkları hayatın, “o kadar da fena olmayabileceğini” keşfetmiş görünüyorlar. Gençlik yıllarında hayatı çok fena ıskalayanların, zamanla en muhafazakar yetişkinlere dönüşmeleri nedendir? Elbette bu durumun istisnaları var. Ama bu geçişi kolaylaştıran en önemli unsur, bu ülkede genç olmayı doğal sayan, “büyümeye” direnen bir karşıt kültür yaratılamamış olmasıdır.

Karşıt kültür, iktidardan uzakta ama kendinizi evinizde hissedebileceğiniz alanlar inşa etmektir, en kestirme ifadesiyle. Bizler böylesi karşıt kültür alanları, muhalif kamusal alanlar yaratamıyoruz. Karşı olduğumuz iktidarların hırçınlığının, acımasızlığının ulaşamadığı, kendimizi var ettiğimiz alanlarımız yok. Bu yüzden de kısa bir süre sonra başka hayatlara yolculuk ediyoruz, sıkılıyoruz sıcaklık barındırmayan muhalif hayatlarımızdan. Üniversite bitince muhalifliğin bitmesinin bir nedeni de bu olmalı. Karşıt kültürün temeli, ötekilerimizi varoluşsal olarak meşru gören, onları kazanma öz güvenine dayalı bir itaatsizlik olmalı. “İyi şair, kötü siyasetçi” İsmet Özel’in ifadesiyle, bizler “kadirşinas itaatsizler” olmalıyız. Toplumla sürekli etkileşime giren, siyasete özcü yaklaşmayan, siyasetin hedeflerinden ziyade, siyaset yapmanın kendisini de, içerisinde rahat edeceğimiz karşıt alanlar inşa etmek olarak değerlendiren bir bakış açısına ihtiyacımız var. Belki de hep genç kalabilmek böyle mümkündür.

Böyle bakınca bu yazıya ilham veren Genç Olmak şarkısı bir başka anlam kazanıyor sanki. Ne mutlu, türkülerini, dostuna yarasını gösterir gibi söyleyenlere…

Sisli bir kent puslu akşam
camlarına yaslanmada
odada sen bir başına
kaygılarla kuşatmada
söyle canım söyle bana
anlat nedir genç olmak
her akşam bu yalnızlıkta
öksüz bir kuş havalanır
kanat çırpar karanlıkta
insanlardan yaralanır
söyle canım söyle bana
anlat nedir genç olmak
paylaşma bu yalnızlığı
düşlerinin hızı ile
türkülere dök içini
öyle bin bir sızı ile
söyle canım söyle bana
anlat nedir genç olmak

Friday, October 14, 2011

Ne olacak bu Amerika’nın hali?

8 Ekim 2011, Chicago Ne olacak bu Amerika’nın hali?
ABD’de son dönemlerin popüler dizilerinden Good Wife (İyi Eş), Amerikalı Liberal avukatların paraları ve cüzdanları arasındaki sıkışmışlıklarını çarpıcı biçimde ele alıyor. Dizinin merkezindeki hukuk bürosu, arada idam mahkumlarının temyiz başvuruları gibi ‘idealist’ şeyler yapsa da, güç ve paranın baş döndürücü kurtlar sofrasına mükemmelce uyumlanıyor. Dizinin süregiden siyasal yozlaşmaya dair göndermeleri de ilginç.
Dizi kahramanlarından birisi Bölge Savcılığı seçimlerine katılmak üzeredir. Kendisi, WASP (Beyaz, Anglo-Sakson, Protestan) kökenli olduğu halde, ‘kurnaz bir Yahudi’ kampanya danışmanı edinir. Adayımız, Chicago’da sayıları hayli fazla olan siyahlardan oy kapmak için siyah bir rahiple muhabbet kurar, ona içini döker, tövbeye gelir! Eşcinsel örgütlerinden yeterli bağış gelmediğini anlayan kampanya danışmanımız, bu guruplardan birisine gider ve nedenini sorar. Bunun üzerine eşcinsel lider, “Sizin aday, elinde Yahudi Lobisi’ni kötüleyen bir kitapla görüntülendi” der. Bizim Yahudi kampanya danışmanının cevabı, Amerikan siyasetinin içi boşalmış, değersizleşmiş performatifliğini çarpıcı biçimde ele verir: “Ha, Yahudi şeyi yüzünden yani!” Zaten performans sergilemeniz veya güzel yalanlar söylemeniz gereken birkaç tabu alanı vardır ve Yahudi kampanya danışmanı bile bunun ne kadar sıradanlaştığını vurgulamak için bu ifadeyi kullanır. Bu listeye, vergi, kürtaj, idam cezası yandaşlığı, silah taşıma hakkı, Federal devlete duyulan nefret de eklendiğinde bütün siyasal tartışmaların çatısı çatılmış demektir. “Yoksulların tembel oldukları için, Amerikan rüyasını ıskaladıkları” inancının, yoksullar arasında dahi taraftar bulduğunu bu listeye eklediğimizde, seçimlerde dönen oligarşik dolapları çok daha iyi anlayabiliriz…
Diziden devam edelim. Bizim aday, Yahudilerle arayı düzeltmek için evinde Yahudilere bir yemek verir. Orada elinde taşıdığı Yahudi Lobisini eleştiren kitabın, aslında kızına ait olduğu anlaşılır. Meğerse adayımız ev taşıması sırasında bu kitabı tesadüfen elinde tutar ve anında görüntülenir! Mesele tatlıya bağlanmışken, Obama hayranı küçük kızımız, “Mavi Marmara olayında 9 kişiyi öldürmek ne kadar doğruydu?” diye bir soru sorarak, kampanyaya soğuk su sıkar! Dizide, makuliyeti ve umudu simgeleyen karakterler genelde kadınlar ve gençlerdir…
On yıl önce bir yıl yaşadığım ABD’ye, akademik nedenlerle yeniden geldiğimde, siyahların durumunu daha da kötü buldum. ABD’nin resmi kaynakları, yoksulluk sınırı altında yaşayanların 2009’da 43,6 milyon olan sayılarının, bu yıl 46, 2 milyona ulaştığını duyurdu. 2010’da ABD Tarım Bakanlığı, 17 milyon Amerikalının ‘beslenememe riski’ altında olduğunu duyurdu. Ciddi bir tarım ürünleri fazlası olan bir ülkeden bahsediyoruz. Bu istatistiklerde bahsi geçenlerin çoğunun siyah olduğunu söylemeye gerek var mı? Basit bir tren yolculuğu bile Amerika’da mekânsal-sınıfsal bölünmeye dair fikir verebilir. Siyah mahallelerinde trene binenlerin çoğu, kötü beslenme nedeniyle obezdir. 2009 rakamlarına göre ortalama 15 siyah çocuktan birisinin, anne veya babası hapiste. Bu sayı Latin kökenlilerde her 42 kişiden biriyken, beyazlar için 111 kişiden birine denk düşüyor. En kötüsü de, bir zamanlar siyahların bilinçlenmesi için şahlanan radikal örgütlenmelerin, artık taban bulamıyor olmaları. Siyasete dair yaygın bir kayıtsızlık söz konusu…
Gelelim ‘Aslan Sosyal Demokrat’ Barack H. Obama’ya. Kendisi gençleri harekete geçirmeyi başardığı için ve de Oğul Bush’un olumsuz mirası sayesinde seçimleri kazanmıştı. Yine de yoksulları oy vermeye ikna etme konusunda çok başarılı olamadı. Amerikan seçimlerinin oligarşik doğası, başkanlık seçimlerinden iki yıl sonra yapılan seçimlerde ortaya çıkıyor. Bu seçimlerde Temsilciler Meclisi’nin tamamı (435) ve Senatonun (100) üçte biri yenileniyor. Örneğin 2008 Başkanlık ve Kongre seçimlerinde katılım yüzde 57’yken, 2010’da bu oran yüzde 37’ye düştü. Yani, Başkanlık seçimlerinden sonraki en kilit seçimlerde sadece kaymak tabaka oy kullanıyor ve tabi ki, kendi benzerlerini Kongre’ye gönderiyor. Bu inanılmaz oligarşik adaletsizliği Obama da boz(a)madı. Çünkü Demokratlar, Amerikan Orta sınıfının partisi. Yeni göçmenleri ve yoksulları örgütlemek ve harekete geçirmek için çok da istekli değiller. Bir kez Pandora’nın Kutusu açılırsa, yeni dalga, Demokratların oligarşik beyaz liderliğini tasfiye edebilir. Obama da, bu oligarşik liderliğin sözünden çıkacak karizmayı gösteremedi. Neo-Keynezyen iktisatçı Paul Krugman, Obama seçildiğinde iklimin çok müsait olduğunu vurgulayarak, hemen yoksullar lehine düzenlemeler yapmasını önermişti. Zaman kaybedilirse, Obama’nın reform şansının azalacağı kehanetinde bulunmuştu. Tam da dediği oldu. Obama’nın sınıf siyaseti izleme ihtimalinden ürken tuzu kuru kesimler, büyük paralar harcayarak kamuoyunu yönlendirmeye başladılar ve Obama’nın hareket alanını iyice kıstılar. Başkan seçimlere az kala, sınıf siyaseti söylemini kullanmaya başladı ama artık kimseye inandırıcı gelmiyor.
Daha da kötüsü, Obama’nın “uluslararası ilişkilerde ABD’yi zayıflattığı, yumruğunu masaya vuramadığına dair” yaygınlaşan kanaat. Bu güçsüzlük algısı, kimi ABD’lileri yeniden bir kovboy arayışına sokmuş durumda. Ne zaman zayıf hissetseler bir ‘Malboro Man’ arayışına giriyorlar. Ve aranan kurtarıcı kovboy bulunmuş görünüyor: Teksas Valisi Rick Perry! Perry, bir zamanlar Demokrat Parti’den milletvekiliydi. Al Gore’un Başkanlık Kampanyasına destek verecek kadar da gözü karaydı. Teksas’da Hıristiyanlık alıp yürüyeli beri, kariyerini Cumhuriyetçilerde görmeye başladı ve parti değiştirdi. Sonradan dindar kesilenlerin şedit dinciliği mevcut kendisinde. Görünen o ki, Obama eski Amerika’nın simgesi olan bir kovboyla yarışacak. Ama kendisi yeni Amerika’nin simgesi olamadı maalesef. Türkiye’de bir köyde muhtar olmaları dahi çok zor olan Cumhuriyetçi başkan adaylarıyla ilgili bir yazıyı da artık gelecek sefere paylaşırız…

Friday, February 18, 2011

Mısır’da yaşananlara dair bir arkaplan denemesi…

Yüksel Taşkın
Mısır’da yaşananlara dair bir arkaplan denemesi…
1977 Ekmek İsyanları dışında yaklaşık otuz yıldır sokakları sessiz olan Mısır, aslında sokak siyasetinin son derece güçlü ve etkili olduğu bir kültüre sahipti. 20. Yüzyılın ilk yarısı Britanya sömürgeciliğine karşı önemli kitlesel hareketlere sahne olmuş, Nasır ve arkadaşları bu hareketleri fırsat bilerek 1952 yılında bir darbe yoluyla iktidara gelmişlerdi. 1940’ların sonunda en etkili sokak gücü olan Müslüman Kardeşlerin yıldızı Nasır’la barışmayınca, hareket 1970’de Nasır’ın ölümüne kadar büyük baskı altında tutuldu. 60’ların ikinci yarısında gençler ve entelektüeller arasında giderek etkinlik kazanan Marksist muhalefet, 1967’de İsrail karşısında alınan utanç verici yenilginin ardından, Nasırcılıkla arasındaki eleştirel mesafeyi daha da açmaya başladı. Nasır ölünce yerine geçen Enver Sedat, önce Marksist solu ve Sol Nasırcılığı yenmek için Müslüman Kardeşlerin önünü açtı. Sedat, rotayı ABD’ye çevirerek, İsrail’le barış yapma yoluna gidince, İslamcı muhalefet, “firavun” olarak gördüğü Sedat karşısında direnişe geçti. Sedat, 1981 yılında en iyi askerlerinden oluşan bir geçit törenini izlerken, onu tarayarak öldüren İslamcı askerler,”Firavunu öldürdük!” diye bağırıyorlardı…
Suikast sırasında Sedat’ın yanında olan eski Hava Kuvvetleri komutanı Hüsnü Mübarek, yeni Cumhurbaşkanı olarak göreve başladığından bu yana geçen 30 yılda bu anı hiç unutmadı. Mübarek’in karşısındaki en güçlü muhalefetin İslamcılardan oluştuğu açıktı. Mübarek, silahlı direnişi seçen Radikal İslamcıları şiddetle bastırma yoluna gider ve bunda açık bir başarı elde ederken, ılımlı bir İslamcılaşmayı teşvik ederek, asıl tehdit olarak gördüğü Müslüman Kardeşleri etkisizleştirmeye girişti. Artık devlet okullarında Evrim Teorisi öğretilmiyor, Mısır Hava Yolları’nda içki servisi yapılmıyordu! “Biz de Müslümanız!” şeklinde özetlenebilecek bu siyasetler, Müslüman Kardeşlerin, paralel bir toplum yaratma stratejisini istemeden de olsa teşvik etmiş oldu. Rejim, silahlı mücadeleyi reddeden, toplumun İslamileştirilmesi stratejisini izleyen örgüt karşısında kimi zaman açık baskı, kimi zaman da dolaylı kabullenme yöntemlerini izlese de, kalıcı bir başarı elde edemedi. Bu başarısızlığın en temel nedeni, Devlet’in izlediği acımasız neo-liberal siyasetlerle, orta ve alt-orta sınıfların ideolojik ve maddi sadakatlerini “satın alabilme” kapasitesinin ortadan kalkmasıdır. 1960’larda Nasır’ın peşinden giden bu kesimler, artık büyük ölçüde İslamcı oluşumlarca içerilmektedir.
Nasırcı siyasetler sonunda sayıları büyük ölçüde artan üniversite mezunlarına, devlette istihdam garantisi verilmesi uygulaması 1986 yılında sona erdirildi. On binlerce mezun için çare artık “özel sektördü.” Önemli bir iktisadi büyüme ve sektörleşme yaşanmayan ülkede, çok sayıda eğitimli genç, İslamcıların başını çektiği hizmet sektöründe istihdam şansı buldu. Doktorların yüzde 70’inin 35 yaş altı gençlerden oluştuğu ve bunların büyük kısmının, 60’ların profesyonellerinin hayat seviyesine asla ulaşamayacağı bir ülkeden söz ediyoruz. Bu genç profesyoneller için, “lümpen elit” veya “profesyonel sınıf altı” kavramlarını kullananlar bile var. İşte bu gençlerin büyük gövdesini İslamcılar, onların da büyük gövdesini Müslüman Kardeşler oluşturuyor.
Mısır’ın kendine özgü siyasal yapısında, Rejim siyasi partileri teşvik etmediğinden ve meslek örgütlerine üyelik zorunlu olduğundan, bahsedilen İslamcı gençler, Baro’larda, Tabipler Odası’nda, Mühendis Örgütlerinde siyasal tecrübe ediniyorlar. Bu örgütlerin büyük bir bölümü, Müslüman Kardeşlerin ya tek başlarına ya da Liberallerle veya Solcularla ittifak kurarak yönetimleri ele geçirdikleri örgütler. Burada siyasal tecrübe edinen genç kuşak, dünyayı izleyen, pragmatik ve en önemlisi, farklı görüşlerden insanlarla beraber çalışmayı bilen bir kuşak. Tam da bu nedenlerle hem Mübarek Rejimi, hem de mevcut Müslüman Kardeşlerin liderliğini elinde tutan “Aksaçlı, Hapishane Kuşağı,” en çok bu kesimden ürküyorlar. İlginç olan, Mısır’ı yönetenler ve onların görünüşte en ciddi rakipleri olan Müslüman Kardeşler liderliğinin, yaşlılar yönetimi (gerontocracy) söz konusu olduğunda örtük biçimde ittifak edebilmeleri. 1990’ların ortalarında ve ondan sonra, genç kuşak Müslüman Kardeşler üyeleri, Wasat (Orta yol) isimli bir parti kurmaya niyetlendiklerinde, hem “Aksaçlılar, hem de Mübarek rahatsız olmuştu. Beklendiği gibi Devlet, böyle bir partinin kurulmasına izin vermedi.
Bu da bizi iki temel meseleye yeniden bakmaya yöneltiyor: Rejim’in, halk ayaklanmalarıyla yıkılan diğer rejimlere benzer biçimde, siyasal güç paylaşmaktan ısrarla kaçınma öngörüsüzlüğü. İkincisi de, eğer bir geçiş hükümeti kurulup, serbest seçimler yapılarsa, neler yaşanabileceği. Birinci konuda artık perde kapanmıştır. Yani, Mübarek’in temsil ettiği yaşlılar bloğu, Ulusal Demokrasi Partisi’nde (UDP) dahi gelecekte iktidarı devralabilecek bir kuşak yetiştirme yoluna gitmemişlerdir. Laik, Liberal, Solcu hiçbir kesim, siyasal iktidara ortak edilmemiştir. Bu basiretsizliği İran Şahı da göstermiş, 70’lerde var olan sahte iki partili hayata dahi tahammül edemeyerek, Devrimler Çağında yapılabilecek en büyük hatayı yapmıştı.
Son günlerde Mısır’da yaşanan öfkeli halk ayaklanmasından kısa bir süre önce, bir seçim rezaleti yaşanmıştı. 2005 seçimlerinde muhalefet, yaklaşık 120 sandalye kazanmış bunun 88’i Müslüman Kardeşlere gitmişti. Kurulduğundan beri tüm seçimlerde en az üçte iki çoğunluk elde etmeye ayarlı UDP, bu seçimlerde 454 sandalyeden 330’unu kazanmıştı! Yani, demokrasicilik oynamak açısından bakıldığında kendileri için sorun yoktu. Böylece kendilerine, “iktidarı elinizde tutun ama birazcık paylaşın!” tavsiyesinde bulunan Bush Yönetimi de teskin edilebilecekti. 2010 seçimlerindeyse evlere şenlik bir tablo ortaya çıktı. NDP, 518 sandalyeden 420’sini kazanırken, muhalefet 16 sandalyeye inivermişti. Mısır seçimlerini bilenler, iktidara yakın seçmenlerin birkaç kez oy vermelerine, muhalefetin güçlü olduğu yerlerde sandıkların halktan korunmasına ve memurların elleri yorulana kadar sahte oy pusulası hazırlamalarına da alışkınlar. Ama her şeyin bir adabı var. Son seçimlerde halk, onurunun utanmazca çiğnenmesinden çok rahatsız oldu.
Müslüman Kardeşlere gelince, bu yapı çalışma tarzı açısından Gülen Cemaatine benzeyen, ama resmi ideolojisi bakımından MSP ve RP arasında bir yerlerde kalan bir yapı. Mevcut liderliğinin ideolojisinden bahsediyoruz. Örgütteki genç kuşağın, demokratik zihniyete daha yatkın olduklarını, laik muhalefetle beraber iş yapma kültürlerinin Tunus’tan geri ama Türkiye’den çok daha ileri olduğunu vurgulamalıyız. Türkiye’de bu örgütün iç gerilimlerden bağımsız, adeta Leninist bir disipline sahip olduğu yönünde yanlış bir algı var. Bize göre, demokratik bir anayasa eşliğinde sahici bir çok partili hayata geçilmesi, Müslüman Kardeşlerde ve tüm ülkede, dünyayı anlayan ve dünyayla beraber hareket etmek isteyen gençlerin önlerini açacaktır. Öyleyse, “Serbest seçimler olursa Müslüman Kardeşler iktidara gelir(mi)” ifadesinde ortaya çıkan korku ve iktidar dilinin artık rahatsız edici boyutlara vardığını, turistik yerler dışındaki bölge insanlarına da kardeşçe bir ilgi duymamız gerektiğini anımsama vakti gelmiştir…

Ortadoğu: Demokratikleşme dalgasında bir istisna mı?

Yüksel Taşkın 7 Ocak 2011
Ortadoğu: Demokratikleşme dalgasında bir istisna mı?
1991’de yazdığı kitabıyla tüm dünyada yeni bir demokratikleşme dalgası yaşandığını müjdeleyen ve buna “Üçüncü Dalga” adını veren Samuel P. Huntington, bundan iki yıl sonra oldukça karamsar bir havaya sahip olan ve ciddi tartışmalar yaratan, Uygarlıklar Çatışması makalesini kaleme aldı. İki çalışmada da merkezi konumda olan tezlerden birisi, Hıristiyanlığın bireyciliğe ve demokratik değerlere daha yatkın olduğu, bu nedenle demokratikleşme sürecinde önemli bir avantaj sağladığı iddiasıydı. Yazara göre Güney Kore’de Hıristiyanların toplam ağırlıklarının yüzde 25’e ulaşması, ülkenin demokratikleşmesine olumlu etkide bulunmuştu! Aynı bakış açısı 1960’li yıllarda, sadece Protestanların ağırlıkta olduğu ülkelerde demokrasinin yerleşebileceğini savunuyor, Katoliklerin bireyciliği yadsıyan gelenekleri yüzünden otoriter rejimlere yatkın olduklarını iddia edebiliyordu. Gün geldi, Katolik ülkeler de demokratikleşme dalgasına kapıldılar.
Bu bayat tezlerin sahipleri, içeriği pek değiştirmeden aynı görüşlerini bu defa İslam’ın ağırlıkta olduğu toplumlara uyarlamaya başladılar. İslam, barındırdığı “değişmez özler” nedeniyle, otoriter rejimleri besliyor, tam da bu nedenle Ortadoğu, küresel demokratikleşme dalgalarında hep bir istisna oluşturuyordu. Bu yazıda, bu türden kültürcü tezlerin sorunu açıklayamadığı, bunlar yerine kimi yapısal unsurların önerilmesi gerektiği savunulacak.
Yapısal unsurlardan bir tanesi, tarihsel nedenleri de olan, devlet kapasitesinin gelişmişliğiyle ilgilidir. Diğer bir açıklama muazzam petrol gelirlerinin mümkün kıldığı Rantiyer Devlet yapılanmasıdır. Bu yazıda rantiyer devletlerle ilgili kapsamlı bir analiz yapılmayacaktır. Bu iki yapısal unsur- güçlü devlet kapasitesi ve rantiyer devletler- SSCB ve ABD’nin verdikleri desteklerle daha da katmerlenme imkanı buldular. Sadece petrol değil, Arap-İsrail çatışması da, hem uluslararası hem de bölgesel rekabeti kışkırttığı için, Ortadoğu, dünyanın en fazla silahlanan (dünya ortalamasının üç katı oranında!) bölgesi oldu. Böylece devletlerin baskıcı politikaları, “yakın ve uzak tehdid” söylemiyle meşrulaştırılmaya çalışıldı. Devlet kapasitesi, en basit tanımıyla, devletin toplumsal sınıf ve tabakaları şekillendirebilme gücüdür. Bu açıdan bakıldığında, Mısır, Irak ve Suriye, güçlü toprak sahibi sınıfların bulunduğu; eğitimli orta sınıfların 1950 sonrasında gerçekleştirdikleri devrimlerle, bu sınıfların siyasal ve iktisadi güçlerinin büyük ölçüde kırpıldıkları ülkeler olarak öne çıkmaktadırlar. Bu ülkeler, otoriter, modernist, laik cumhuriyetler olarak yapılandırıldılar. Dini ve etnik azınlıklara ve özellikle komünistlere göz açtırmazlarken bir takım sosyalist politikalar uygulamayı da ihmal etmediler.
Devlet, iktisadi alanı denetim altına alarak, kendisine bağımlı bir iş dünyası yarattığı gibi, kendi önceliklerine bağlı ulusalcı bir aydın kuşağı yetiştirmeyi de ihmal etmedi. Bu rejimlerin yaşayabilmelerinde iki önemli unsur dikkati çekiyordu: Birincisi devletin, iktisadi kaynakları devreye sokarak, yoksulların ve özellikle alt-orta sınıfların siyasal sadakatlerini “satın alabilmesi” kapasitesidir. İkincisi, özellikle Sovyetler Birliği tecrübesinden de istifade ederek, muazzam bir baskı aygıtı yaratabilmesidir. İstihbarat, ordu, polis ve para-militer örgütlenmeler yoluyla verilmek istenilen mesaj açıktır: Devletin dışında nefes alacak, adım atacak alan yok! Fakat Sovyetler Birliği’nin dağılması ve yukarıda bahsedilen “sadakat satın alma” politikalarının sonuna gelinmesiyle, bu türden rejimlerde “denizin sonuna” gelinmiştir.
Sözgelimi, ABD yardımıyla ayakta kalan, giderek yozlaşan ve tipik bir yaşlılar yönetimi örneği olan Mısır’da serbest seçimler yapılırsa, sandıktan Müslüman Kardeşlerin çıkması büyük olasılıktır. Tam da bu nedenlerle, 2010’da yapılan genel seçimleri iktidardaki Ulusal Demokrasi Partisi silip süpürdü! Katılımın yüzde 25’i bulmadığı seçimlerde, muhaliflerin yaşadığı bölgelerde sandıklar polis tarafından halktan korundu! Bir önceki genel seçimlerde George Bush’un baskısı altında kaldığı için muhalefete 120 sandalye bahşeden Mübarek’in partisi, 2010 seçimlerinde muhalefete adeta “sıfır çektirmiştir.” Ne var ki muhalefet güçleri, kendi paralel toplumlarını inşa etmekte, Mısır devletini, toplumun taşımak zorunda olduğu, meşruiyeti kalmayan, gereksiz bir yüke dönüştürmektedir. Mısır devleti, bir zamanlar alt sınıfların, özellikle eğitim şansı bulan alt-orta sınıfların sadakatlerini “satın alabilirken”, bugün bu kesimler devletin giderek zayıflayan kapasitesinin farkındadırlar ve onun dışında ve uzağında bir hayat kurmaktadırlar. İktidar ilişkilerinin var olan şekliyle devam edemeyeceği açıktır, ama değişimin ne yönde olacağını son tahlilde toplum ve onun verdiği mücadeleler belirleyecektir.
Benzer bir sürecin 1979’da devrim geçirmiş İran’da yaşanması da ilginçtir. Bugün İran’ı ayakta tutan, İslam Devrimine dair duyulan “İslami” bağlılık değil; Devrim’den sonra yaratılan muazzam bir baskı aygıtı ve büyük ölçüde petrol gelirlerine bağlı olan iktisadi popülizmdir. Yapılan kimi hesaplara göre, rejime ideolojik sadakati olan kesimlerin oranı en fazla yüzde 15’tir. İran, 1979 Devriminin ardından, petrol rantlarına dayalı bir iktisadi popülizm inşa etti. Bu popülizmi sürdürme imkanları daraldığı ölçüde, toplumun baskısını ensesinde hissedecektir. “Petrol gelirlerini yoksul halkın masasına koyacağız”, “İnsanlar devrimci değerlere geri dönüşü sadece başörtüsü meselesi sanıyorlar. Ülkenin asıl meselesi istihdam ve konut sorunudur; kimin ne giyeceği değil,” gibi iktisadi sloganlarla 2005 ve 2009 Başkanlık Seçimlerine giren ve İran Derin Devleti sayesinde bu seçimleri kazanan Ahmedinejad’ın yakın zamanda, yoksul halkın en büyük güvencelerinden olan devlet yardımlarında 40 milyar dolara yakın kesintiye gidileceğini duyurması, “denizin bittiğinin” veya iktisadi popülizm imkanlarının daraldığının açık bir işareti.
Devrimi yapan kuşağın büyük çoğunluğu artık Reformcu saflardadır, değişim istemektedir. Bu kesim, zaman içinde demokrasinin değerini öğrendiği gibi, giderek artan uluslararası dışlanmanın ülkeyi iktisadi iflasa sürüklediğinin farkındadır. Yine bu kesim, İran’ın resmi ideolojisi ve toplumsal gerçeklik arasında giderek artan uçurumu görmektedir. İran toplumu dolaylı ve dolaysız yollardan kendi gerçekliğini inşa ederek, devleti toplumun kıyısına itelemektedir. İran’da seçkinler arasında oluşan çatlağın en önemli nedeni, toplumun, İslamileştirme politikalarını benimsememesi ve uzun vadeli, inişli çıkışlı bir mücadeleyle buna direnç göstermesidir. Bu noktada İran Devletinin baskı aygıtlarının değişime izin vermeyeceği iddia edilebilir. Sahiden de Düzenli Ordu’nun yanında Devrim ideallerine daha bağlı Devrim Muhafızları Ordusu, yoksulları seferber eden faşist para-militer Besiç örgütünün varlığı önemlidir. Ne var ki İran halkı, Şah’a isyan ettiğinde Ortadoğu’nun en güçlü ordularından birisini mağlup etmeyi başarmıştı. Elbette, “Hikaye’de silah varsa patlayabilir.” Ama silahı ateşledikten sonra da sokaklar boşalmıyorsa, silah atan eller tutukluk yapabilirler. Ne de olsa o silahlar halk çocuklarının elindedir…
Son dönemde Ortadoğu halklarının kültürel ve siyasal bilinçleri ve değişim arzuları, kendilerini yöneten yaşlılar kastının ötesine geçmiştir. 1990’lı yıllarda Latin Amerika’da “demokratikleşme dalgası” olarak müjdelenen, aslında neo-liberal reçetelerin halka yutturulmasından ibaret olan “düşük yoğunluklu demokrasi” masalı sona erdi. Onun yerine 2000’li yıllarda, örgütlü halkın çoğulcu muhalefet tarzları inşa etmesiyle, aşağıdan yukarıya gerçek bir demokratikleşme dalgası oluştu. ABD bütün enerjisini Ortadoğu’ya yöneltirken, “arka bahçesinde” demokrasi gülleri açıverdi. Darısı başımıza değil, ayaklarımıza…