Yüksel Taşkın
Mısır’da yaşananlara dair bir arkaplan denemesi…
1977 Ekmek İsyanları dışında yaklaşık otuz yıldır sokakları sessiz olan Mısır, aslında sokak siyasetinin son derece güçlü ve etkili olduğu bir kültüre sahipti. 20. Yüzyılın ilk yarısı Britanya sömürgeciliğine karşı önemli kitlesel hareketlere sahne olmuş, Nasır ve arkadaşları bu hareketleri fırsat bilerek 1952 yılında bir darbe yoluyla iktidara gelmişlerdi. 1940’ların sonunda en etkili sokak gücü olan Müslüman Kardeşlerin yıldızı Nasır’la barışmayınca, hareket 1970’de Nasır’ın ölümüne kadar büyük baskı altında tutuldu. 60’ların ikinci yarısında gençler ve entelektüeller arasında giderek etkinlik kazanan Marksist muhalefet, 1967’de İsrail karşısında alınan utanç verici yenilginin ardından, Nasırcılıkla arasındaki eleştirel mesafeyi daha da açmaya başladı. Nasır ölünce yerine geçen Enver Sedat, önce Marksist solu ve Sol Nasırcılığı yenmek için Müslüman Kardeşlerin önünü açtı. Sedat, rotayı ABD’ye çevirerek, İsrail’le barış yapma yoluna gidince, İslamcı muhalefet, “firavun” olarak gördüğü Sedat karşısında direnişe geçti. Sedat, 1981 yılında en iyi askerlerinden oluşan bir geçit törenini izlerken, onu tarayarak öldüren İslamcı askerler,”Firavunu öldürdük!” diye bağırıyorlardı…
Suikast sırasında Sedat’ın yanında olan eski Hava Kuvvetleri komutanı Hüsnü Mübarek, yeni Cumhurbaşkanı olarak göreve başladığından bu yana geçen 30 yılda bu anı hiç unutmadı. Mübarek’in karşısındaki en güçlü muhalefetin İslamcılardan oluştuğu açıktı. Mübarek, silahlı direnişi seçen Radikal İslamcıları şiddetle bastırma yoluna gider ve bunda açık bir başarı elde ederken, ılımlı bir İslamcılaşmayı teşvik ederek, asıl tehdit olarak gördüğü Müslüman Kardeşleri etkisizleştirmeye girişti. Artık devlet okullarında Evrim Teorisi öğretilmiyor, Mısır Hava Yolları’nda içki servisi yapılmıyordu! “Biz de Müslümanız!” şeklinde özetlenebilecek bu siyasetler, Müslüman Kardeşlerin, paralel bir toplum yaratma stratejisini istemeden de olsa teşvik etmiş oldu. Rejim, silahlı mücadeleyi reddeden, toplumun İslamileştirilmesi stratejisini izleyen örgüt karşısında kimi zaman açık baskı, kimi zaman da dolaylı kabullenme yöntemlerini izlese de, kalıcı bir başarı elde edemedi. Bu başarısızlığın en temel nedeni, Devlet’in izlediği acımasız neo-liberal siyasetlerle, orta ve alt-orta sınıfların ideolojik ve maddi sadakatlerini “satın alabilme” kapasitesinin ortadan kalkmasıdır. 1960’larda Nasır’ın peşinden giden bu kesimler, artık büyük ölçüde İslamcı oluşumlarca içerilmektedir.
Nasırcı siyasetler sonunda sayıları büyük ölçüde artan üniversite mezunlarına, devlette istihdam garantisi verilmesi uygulaması 1986 yılında sona erdirildi. On binlerce mezun için çare artık “özel sektördü.” Önemli bir iktisadi büyüme ve sektörleşme yaşanmayan ülkede, çok sayıda eğitimli genç, İslamcıların başını çektiği hizmet sektöründe istihdam şansı buldu. Doktorların yüzde 70’inin 35 yaş altı gençlerden oluştuğu ve bunların büyük kısmının, 60’ların profesyonellerinin hayat seviyesine asla ulaşamayacağı bir ülkeden söz ediyoruz. Bu genç profesyoneller için, “lümpen elit” veya “profesyonel sınıf altı” kavramlarını kullananlar bile var. İşte bu gençlerin büyük gövdesini İslamcılar, onların da büyük gövdesini Müslüman Kardeşler oluşturuyor.
Mısır’ın kendine özgü siyasal yapısında, Rejim siyasi partileri teşvik etmediğinden ve meslek örgütlerine üyelik zorunlu olduğundan, bahsedilen İslamcı gençler, Baro’larda, Tabipler Odası’nda, Mühendis Örgütlerinde siyasal tecrübe ediniyorlar. Bu örgütlerin büyük bir bölümü, Müslüman Kardeşlerin ya tek başlarına ya da Liberallerle veya Solcularla ittifak kurarak yönetimleri ele geçirdikleri örgütler. Burada siyasal tecrübe edinen genç kuşak, dünyayı izleyen, pragmatik ve en önemlisi, farklı görüşlerden insanlarla beraber çalışmayı bilen bir kuşak. Tam da bu nedenlerle hem Mübarek Rejimi, hem de mevcut Müslüman Kardeşlerin liderliğini elinde tutan “Aksaçlı, Hapishane Kuşağı,” en çok bu kesimden ürküyorlar. İlginç olan, Mısır’ı yönetenler ve onların görünüşte en ciddi rakipleri olan Müslüman Kardeşler liderliğinin, yaşlılar yönetimi (gerontocracy) söz konusu olduğunda örtük biçimde ittifak edebilmeleri. 1990’ların ortalarında ve ondan sonra, genç kuşak Müslüman Kardeşler üyeleri, Wasat (Orta yol) isimli bir parti kurmaya niyetlendiklerinde, hem “Aksaçlılar, hem de Mübarek rahatsız olmuştu. Beklendiği gibi Devlet, böyle bir partinin kurulmasına izin vermedi.
Bu da bizi iki temel meseleye yeniden bakmaya yöneltiyor: Rejim’in, halk ayaklanmalarıyla yıkılan diğer rejimlere benzer biçimde, siyasal güç paylaşmaktan ısrarla kaçınma öngörüsüzlüğü. İkincisi de, eğer bir geçiş hükümeti kurulup, serbest seçimler yapılarsa, neler yaşanabileceği. Birinci konuda artık perde kapanmıştır. Yani, Mübarek’in temsil ettiği yaşlılar bloğu, Ulusal Demokrasi Partisi’nde (UDP) dahi gelecekte iktidarı devralabilecek bir kuşak yetiştirme yoluna gitmemişlerdir. Laik, Liberal, Solcu hiçbir kesim, siyasal iktidara ortak edilmemiştir. Bu basiretsizliği İran Şahı da göstermiş, 70’lerde var olan sahte iki partili hayata dahi tahammül edemeyerek, Devrimler Çağında yapılabilecek en büyük hatayı yapmıştı.
Son günlerde Mısır’da yaşanan öfkeli halk ayaklanmasından kısa bir süre önce, bir seçim rezaleti yaşanmıştı. 2005 seçimlerinde muhalefet, yaklaşık 120 sandalye kazanmış bunun 88’i Müslüman Kardeşlere gitmişti. Kurulduğundan beri tüm seçimlerde en az üçte iki çoğunluk elde etmeye ayarlı UDP, bu seçimlerde 454 sandalyeden 330’unu kazanmıştı! Yani, demokrasicilik oynamak açısından bakıldığında kendileri için sorun yoktu. Böylece kendilerine, “iktidarı elinizde tutun ama birazcık paylaşın!” tavsiyesinde bulunan Bush Yönetimi de teskin edilebilecekti. 2010 seçimlerindeyse evlere şenlik bir tablo ortaya çıktı. NDP, 518 sandalyeden 420’sini kazanırken, muhalefet 16 sandalyeye inivermişti. Mısır seçimlerini bilenler, iktidara yakın seçmenlerin birkaç kez oy vermelerine, muhalefetin güçlü olduğu yerlerde sandıkların halktan korunmasına ve memurların elleri yorulana kadar sahte oy pusulası hazırlamalarına da alışkınlar. Ama her şeyin bir adabı var. Son seçimlerde halk, onurunun utanmazca çiğnenmesinden çok rahatsız oldu.
Müslüman Kardeşlere gelince, bu yapı çalışma tarzı açısından Gülen Cemaatine benzeyen, ama resmi ideolojisi bakımından MSP ve RP arasında bir yerlerde kalan bir yapı. Mevcut liderliğinin ideolojisinden bahsediyoruz. Örgütteki genç kuşağın, demokratik zihniyete daha yatkın olduklarını, laik muhalefetle beraber iş yapma kültürlerinin Tunus’tan geri ama Türkiye’den çok daha ileri olduğunu vurgulamalıyız. Türkiye’de bu örgütün iç gerilimlerden bağımsız, adeta Leninist bir disipline sahip olduğu yönünde yanlış bir algı var. Bize göre, demokratik bir anayasa eşliğinde sahici bir çok partili hayata geçilmesi, Müslüman Kardeşlerde ve tüm ülkede, dünyayı anlayan ve dünyayla beraber hareket etmek isteyen gençlerin önlerini açacaktır. Öyleyse, “Serbest seçimler olursa Müslüman Kardeşler iktidara gelir(mi)” ifadesinde ortaya çıkan korku ve iktidar dilinin artık rahatsız edici boyutlara vardığını, turistik yerler dışındaki bölge insanlarına da kardeşçe bir ilgi duymamız gerektiğini anımsama vakti gelmiştir…
Friday, February 18, 2011
Ortadoğu: Demokratikleşme dalgasında bir istisna mı?
Yüksel Taşkın 7 Ocak 2011
Ortadoğu: Demokratikleşme dalgasında bir istisna mı?
1991’de yazdığı kitabıyla tüm dünyada yeni bir demokratikleşme dalgası yaşandığını müjdeleyen ve buna “Üçüncü Dalga” adını veren Samuel P. Huntington, bundan iki yıl sonra oldukça karamsar bir havaya sahip olan ve ciddi tartışmalar yaratan, Uygarlıklar Çatışması makalesini kaleme aldı. İki çalışmada da merkezi konumda olan tezlerden birisi, Hıristiyanlığın bireyciliğe ve demokratik değerlere daha yatkın olduğu, bu nedenle demokratikleşme sürecinde önemli bir avantaj sağladığı iddiasıydı. Yazara göre Güney Kore’de Hıristiyanların toplam ağırlıklarının yüzde 25’e ulaşması, ülkenin demokratikleşmesine olumlu etkide bulunmuştu! Aynı bakış açısı 1960’li yıllarda, sadece Protestanların ağırlıkta olduğu ülkelerde demokrasinin yerleşebileceğini savunuyor, Katoliklerin bireyciliği yadsıyan gelenekleri yüzünden otoriter rejimlere yatkın olduklarını iddia edebiliyordu. Gün geldi, Katolik ülkeler de demokratikleşme dalgasına kapıldılar.
Bu bayat tezlerin sahipleri, içeriği pek değiştirmeden aynı görüşlerini bu defa İslam’ın ağırlıkta olduğu toplumlara uyarlamaya başladılar. İslam, barındırdığı “değişmez özler” nedeniyle, otoriter rejimleri besliyor, tam da bu nedenle Ortadoğu, küresel demokratikleşme dalgalarında hep bir istisna oluşturuyordu. Bu yazıda, bu türden kültürcü tezlerin sorunu açıklayamadığı, bunlar yerine kimi yapısal unsurların önerilmesi gerektiği savunulacak.
Yapısal unsurlardan bir tanesi, tarihsel nedenleri de olan, devlet kapasitesinin gelişmişliğiyle ilgilidir. Diğer bir açıklama muazzam petrol gelirlerinin mümkün kıldığı Rantiyer Devlet yapılanmasıdır. Bu yazıda rantiyer devletlerle ilgili kapsamlı bir analiz yapılmayacaktır. Bu iki yapısal unsur- güçlü devlet kapasitesi ve rantiyer devletler- SSCB ve ABD’nin verdikleri desteklerle daha da katmerlenme imkanı buldular. Sadece petrol değil, Arap-İsrail çatışması da, hem uluslararası hem de bölgesel rekabeti kışkırttığı için, Ortadoğu, dünyanın en fazla silahlanan (dünya ortalamasının üç katı oranında!) bölgesi oldu. Böylece devletlerin baskıcı politikaları, “yakın ve uzak tehdid” söylemiyle meşrulaştırılmaya çalışıldı. Devlet kapasitesi, en basit tanımıyla, devletin toplumsal sınıf ve tabakaları şekillendirebilme gücüdür. Bu açıdan bakıldığında, Mısır, Irak ve Suriye, güçlü toprak sahibi sınıfların bulunduğu; eğitimli orta sınıfların 1950 sonrasında gerçekleştirdikleri devrimlerle, bu sınıfların siyasal ve iktisadi güçlerinin büyük ölçüde kırpıldıkları ülkeler olarak öne çıkmaktadırlar. Bu ülkeler, otoriter, modernist, laik cumhuriyetler olarak yapılandırıldılar. Dini ve etnik azınlıklara ve özellikle komünistlere göz açtırmazlarken bir takım sosyalist politikalar uygulamayı da ihmal etmediler.
Devlet, iktisadi alanı denetim altına alarak, kendisine bağımlı bir iş dünyası yarattığı gibi, kendi önceliklerine bağlı ulusalcı bir aydın kuşağı yetiştirmeyi de ihmal etmedi. Bu rejimlerin yaşayabilmelerinde iki önemli unsur dikkati çekiyordu: Birincisi devletin, iktisadi kaynakları devreye sokarak, yoksulların ve özellikle alt-orta sınıfların siyasal sadakatlerini “satın alabilmesi” kapasitesidir. İkincisi, özellikle Sovyetler Birliği tecrübesinden de istifade ederek, muazzam bir baskı aygıtı yaratabilmesidir. İstihbarat, ordu, polis ve para-militer örgütlenmeler yoluyla verilmek istenilen mesaj açıktır: Devletin dışında nefes alacak, adım atacak alan yok! Fakat Sovyetler Birliği’nin dağılması ve yukarıda bahsedilen “sadakat satın alma” politikalarının sonuna gelinmesiyle, bu türden rejimlerde “denizin sonuna” gelinmiştir.
Sözgelimi, ABD yardımıyla ayakta kalan, giderek yozlaşan ve tipik bir yaşlılar yönetimi örneği olan Mısır’da serbest seçimler yapılırsa, sandıktan Müslüman Kardeşlerin çıkması büyük olasılıktır. Tam da bu nedenlerle, 2010’da yapılan genel seçimleri iktidardaki Ulusal Demokrasi Partisi silip süpürdü! Katılımın yüzde 25’i bulmadığı seçimlerde, muhaliflerin yaşadığı bölgelerde sandıklar polis tarafından halktan korundu! Bir önceki genel seçimlerde George Bush’un baskısı altında kaldığı için muhalefete 120 sandalye bahşeden Mübarek’in partisi, 2010 seçimlerinde muhalefete adeta “sıfır çektirmiştir.” Ne var ki muhalefet güçleri, kendi paralel toplumlarını inşa etmekte, Mısır devletini, toplumun taşımak zorunda olduğu, meşruiyeti kalmayan, gereksiz bir yüke dönüştürmektedir. Mısır devleti, bir zamanlar alt sınıfların, özellikle eğitim şansı bulan alt-orta sınıfların sadakatlerini “satın alabilirken”, bugün bu kesimler devletin giderek zayıflayan kapasitesinin farkındadırlar ve onun dışında ve uzağında bir hayat kurmaktadırlar. İktidar ilişkilerinin var olan şekliyle devam edemeyeceği açıktır, ama değişimin ne yönde olacağını son tahlilde toplum ve onun verdiği mücadeleler belirleyecektir.
Benzer bir sürecin 1979’da devrim geçirmiş İran’da yaşanması da ilginçtir. Bugün İran’ı ayakta tutan, İslam Devrimine dair duyulan “İslami” bağlılık değil; Devrim’den sonra yaratılan muazzam bir baskı aygıtı ve büyük ölçüde petrol gelirlerine bağlı olan iktisadi popülizmdir. Yapılan kimi hesaplara göre, rejime ideolojik sadakati olan kesimlerin oranı en fazla yüzde 15’tir. İran, 1979 Devriminin ardından, petrol rantlarına dayalı bir iktisadi popülizm inşa etti. Bu popülizmi sürdürme imkanları daraldığı ölçüde, toplumun baskısını ensesinde hissedecektir. “Petrol gelirlerini yoksul halkın masasına koyacağız”, “İnsanlar devrimci değerlere geri dönüşü sadece başörtüsü meselesi sanıyorlar. Ülkenin asıl meselesi istihdam ve konut sorunudur; kimin ne giyeceği değil,” gibi iktisadi sloganlarla 2005 ve 2009 Başkanlık Seçimlerine giren ve İran Derin Devleti sayesinde bu seçimleri kazanan Ahmedinejad’ın yakın zamanda, yoksul halkın en büyük güvencelerinden olan devlet yardımlarında 40 milyar dolara yakın kesintiye gidileceğini duyurması, “denizin bittiğinin” veya iktisadi popülizm imkanlarının daraldığının açık bir işareti.
Devrimi yapan kuşağın büyük çoğunluğu artık Reformcu saflardadır, değişim istemektedir. Bu kesim, zaman içinde demokrasinin değerini öğrendiği gibi, giderek artan uluslararası dışlanmanın ülkeyi iktisadi iflasa sürüklediğinin farkındadır. Yine bu kesim, İran’ın resmi ideolojisi ve toplumsal gerçeklik arasında giderek artan uçurumu görmektedir. İran toplumu dolaylı ve dolaysız yollardan kendi gerçekliğini inşa ederek, devleti toplumun kıyısına itelemektedir. İran’da seçkinler arasında oluşan çatlağın en önemli nedeni, toplumun, İslamileştirme politikalarını benimsememesi ve uzun vadeli, inişli çıkışlı bir mücadeleyle buna direnç göstermesidir. Bu noktada İran Devletinin baskı aygıtlarının değişime izin vermeyeceği iddia edilebilir. Sahiden de Düzenli Ordu’nun yanında Devrim ideallerine daha bağlı Devrim Muhafızları Ordusu, yoksulları seferber eden faşist para-militer Besiç örgütünün varlığı önemlidir. Ne var ki İran halkı, Şah’a isyan ettiğinde Ortadoğu’nun en güçlü ordularından birisini mağlup etmeyi başarmıştı. Elbette, “Hikaye’de silah varsa patlayabilir.” Ama silahı ateşledikten sonra da sokaklar boşalmıyorsa, silah atan eller tutukluk yapabilirler. Ne de olsa o silahlar halk çocuklarının elindedir…
Son dönemde Ortadoğu halklarının kültürel ve siyasal bilinçleri ve değişim arzuları, kendilerini yöneten yaşlılar kastının ötesine geçmiştir. 1990’lı yıllarda Latin Amerika’da “demokratikleşme dalgası” olarak müjdelenen, aslında neo-liberal reçetelerin halka yutturulmasından ibaret olan “düşük yoğunluklu demokrasi” masalı sona erdi. Onun yerine 2000’li yıllarda, örgütlü halkın çoğulcu muhalefet tarzları inşa etmesiyle, aşağıdan yukarıya gerçek bir demokratikleşme dalgası oluştu. ABD bütün enerjisini Ortadoğu’ya yöneltirken, “arka bahçesinde” demokrasi gülleri açıverdi. Darısı başımıza değil, ayaklarımıza…
Ortadoğu: Demokratikleşme dalgasında bir istisna mı?
1991’de yazdığı kitabıyla tüm dünyada yeni bir demokratikleşme dalgası yaşandığını müjdeleyen ve buna “Üçüncü Dalga” adını veren Samuel P. Huntington, bundan iki yıl sonra oldukça karamsar bir havaya sahip olan ve ciddi tartışmalar yaratan, Uygarlıklar Çatışması makalesini kaleme aldı. İki çalışmada da merkezi konumda olan tezlerden birisi, Hıristiyanlığın bireyciliğe ve demokratik değerlere daha yatkın olduğu, bu nedenle demokratikleşme sürecinde önemli bir avantaj sağladığı iddiasıydı. Yazara göre Güney Kore’de Hıristiyanların toplam ağırlıklarının yüzde 25’e ulaşması, ülkenin demokratikleşmesine olumlu etkide bulunmuştu! Aynı bakış açısı 1960’li yıllarda, sadece Protestanların ağırlıkta olduğu ülkelerde demokrasinin yerleşebileceğini savunuyor, Katoliklerin bireyciliği yadsıyan gelenekleri yüzünden otoriter rejimlere yatkın olduklarını iddia edebiliyordu. Gün geldi, Katolik ülkeler de demokratikleşme dalgasına kapıldılar.
Bu bayat tezlerin sahipleri, içeriği pek değiştirmeden aynı görüşlerini bu defa İslam’ın ağırlıkta olduğu toplumlara uyarlamaya başladılar. İslam, barındırdığı “değişmez özler” nedeniyle, otoriter rejimleri besliyor, tam da bu nedenle Ortadoğu, küresel demokratikleşme dalgalarında hep bir istisna oluşturuyordu. Bu yazıda, bu türden kültürcü tezlerin sorunu açıklayamadığı, bunlar yerine kimi yapısal unsurların önerilmesi gerektiği savunulacak.
Yapısal unsurlardan bir tanesi, tarihsel nedenleri de olan, devlet kapasitesinin gelişmişliğiyle ilgilidir. Diğer bir açıklama muazzam petrol gelirlerinin mümkün kıldığı Rantiyer Devlet yapılanmasıdır. Bu yazıda rantiyer devletlerle ilgili kapsamlı bir analiz yapılmayacaktır. Bu iki yapısal unsur- güçlü devlet kapasitesi ve rantiyer devletler- SSCB ve ABD’nin verdikleri desteklerle daha da katmerlenme imkanı buldular. Sadece petrol değil, Arap-İsrail çatışması da, hem uluslararası hem de bölgesel rekabeti kışkırttığı için, Ortadoğu, dünyanın en fazla silahlanan (dünya ortalamasının üç katı oranında!) bölgesi oldu. Böylece devletlerin baskıcı politikaları, “yakın ve uzak tehdid” söylemiyle meşrulaştırılmaya çalışıldı. Devlet kapasitesi, en basit tanımıyla, devletin toplumsal sınıf ve tabakaları şekillendirebilme gücüdür. Bu açıdan bakıldığında, Mısır, Irak ve Suriye, güçlü toprak sahibi sınıfların bulunduğu; eğitimli orta sınıfların 1950 sonrasında gerçekleştirdikleri devrimlerle, bu sınıfların siyasal ve iktisadi güçlerinin büyük ölçüde kırpıldıkları ülkeler olarak öne çıkmaktadırlar. Bu ülkeler, otoriter, modernist, laik cumhuriyetler olarak yapılandırıldılar. Dini ve etnik azınlıklara ve özellikle komünistlere göz açtırmazlarken bir takım sosyalist politikalar uygulamayı da ihmal etmediler.
Devlet, iktisadi alanı denetim altına alarak, kendisine bağımlı bir iş dünyası yarattığı gibi, kendi önceliklerine bağlı ulusalcı bir aydın kuşağı yetiştirmeyi de ihmal etmedi. Bu rejimlerin yaşayabilmelerinde iki önemli unsur dikkati çekiyordu: Birincisi devletin, iktisadi kaynakları devreye sokarak, yoksulların ve özellikle alt-orta sınıfların siyasal sadakatlerini “satın alabilmesi” kapasitesidir. İkincisi, özellikle Sovyetler Birliği tecrübesinden de istifade ederek, muazzam bir baskı aygıtı yaratabilmesidir. İstihbarat, ordu, polis ve para-militer örgütlenmeler yoluyla verilmek istenilen mesaj açıktır: Devletin dışında nefes alacak, adım atacak alan yok! Fakat Sovyetler Birliği’nin dağılması ve yukarıda bahsedilen “sadakat satın alma” politikalarının sonuna gelinmesiyle, bu türden rejimlerde “denizin sonuna” gelinmiştir.
Sözgelimi, ABD yardımıyla ayakta kalan, giderek yozlaşan ve tipik bir yaşlılar yönetimi örneği olan Mısır’da serbest seçimler yapılırsa, sandıktan Müslüman Kardeşlerin çıkması büyük olasılıktır. Tam da bu nedenlerle, 2010’da yapılan genel seçimleri iktidardaki Ulusal Demokrasi Partisi silip süpürdü! Katılımın yüzde 25’i bulmadığı seçimlerde, muhaliflerin yaşadığı bölgelerde sandıklar polis tarafından halktan korundu! Bir önceki genel seçimlerde George Bush’un baskısı altında kaldığı için muhalefete 120 sandalye bahşeden Mübarek’in partisi, 2010 seçimlerinde muhalefete adeta “sıfır çektirmiştir.” Ne var ki muhalefet güçleri, kendi paralel toplumlarını inşa etmekte, Mısır devletini, toplumun taşımak zorunda olduğu, meşruiyeti kalmayan, gereksiz bir yüke dönüştürmektedir. Mısır devleti, bir zamanlar alt sınıfların, özellikle eğitim şansı bulan alt-orta sınıfların sadakatlerini “satın alabilirken”, bugün bu kesimler devletin giderek zayıflayan kapasitesinin farkındadırlar ve onun dışında ve uzağında bir hayat kurmaktadırlar. İktidar ilişkilerinin var olan şekliyle devam edemeyeceği açıktır, ama değişimin ne yönde olacağını son tahlilde toplum ve onun verdiği mücadeleler belirleyecektir.
Benzer bir sürecin 1979’da devrim geçirmiş İran’da yaşanması da ilginçtir. Bugün İran’ı ayakta tutan, İslam Devrimine dair duyulan “İslami” bağlılık değil; Devrim’den sonra yaratılan muazzam bir baskı aygıtı ve büyük ölçüde petrol gelirlerine bağlı olan iktisadi popülizmdir. Yapılan kimi hesaplara göre, rejime ideolojik sadakati olan kesimlerin oranı en fazla yüzde 15’tir. İran, 1979 Devriminin ardından, petrol rantlarına dayalı bir iktisadi popülizm inşa etti. Bu popülizmi sürdürme imkanları daraldığı ölçüde, toplumun baskısını ensesinde hissedecektir. “Petrol gelirlerini yoksul halkın masasına koyacağız”, “İnsanlar devrimci değerlere geri dönüşü sadece başörtüsü meselesi sanıyorlar. Ülkenin asıl meselesi istihdam ve konut sorunudur; kimin ne giyeceği değil,” gibi iktisadi sloganlarla 2005 ve 2009 Başkanlık Seçimlerine giren ve İran Derin Devleti sayesinde bu seçimleri kazanan Ahmedinejad’ın yakın zamanda, yoksul halkın en büyük güvencelerinden olan devlet yardımlarında 40 milyar dolara yakın kesintiye gidileceğini duyurması, “denizin bittiğinin” veya iktisadi popülizm imkanlarının daraldığının açık bir işareti.
Devrimi yapan kuşağın büyük çoğunluğu artık Reformcu saflardadır, değişim istemektedir. Bu kesim, zaman içinde demokrasinin değerini öğrendiği gibi, giderek artan uluslararası dışlanmanın ülkeyi iktisadi iflasa sürüklediğinin farkındadır. Yine bu kesim, İran’ın resmi ideolojisi ve toplumsal gerçeklik arasında giderek artan uçurumu görmektedir. İran toplumu dolaylı ve dolaysız yollardan kendi gerçekliğini inşa ederek, devleti toplumun kıyısına itelemektedir. İran’da seçkinler arasında oluşan çatlağın en önemli nedeni, toplumun, İslamileştirme politikalarını benimsememesi ve uzun vadeli, inişli çıkışlı bir mücadeleyle buna direnç göstermesidir. Bu noktada İran Devletinin baskı aygıtlarının değişime izin vermeyeceği iddia edilebilir. Sahiden de Düzenli Ordu’nun yanında Devrim ideallerine daha bağlı Devrim Muhafızları Ordusu, yoksulları seferber eden faşist para-militer Besiç örgütünün varlığı önemlidir. Ne var ki İran halkı, Şah’a isyan ettiğinde Ortadoğu’nun en güçlü ordularından birisini mağlup etmeyi başarmıştı. Elbette, “Hikaye’de silah varsa patlayabilir.” Ama silahı ateşledikten sonra da sokaklar boşalmıyorsa, silah atan eller tutukluk yapabilirler. Ne de olsa o silahlar halk çocuklarının elindedir…
Son dönemde Ortadoğu halklarının kültürel ve siyasal bilinçleri ve değişim arzuları, kendilerini yöneten yaşlılar kastının ötesine geçmiştir. 1990’lı yıllarda Latin Amerika’da “demokratikleşme dalgası” olarak müjdelenen, aslında neo-liberal reçetelerin halka yutturulmasından ibaret olan “düşük yoğunluklu demokrasi” masalı sona erdi. Onun yerine 2000’li yıllarda, örgütlü halkın çoğulcu muhalefet tarzları inşa etmesiyle, aşağıdan yukarıya gerçek bir demokratikleşme dalgası oluştu. ABD bütün enerjisini Ortadoğu’ya yöneltirken, “arka bahçesinde” demokrasi gülleri açıverdi. Darısı başımıza değil, ayaklarımıza…
Subscribe to:
Posts (Atom)