Yüksel Taşkın 7 Ocak 2011
Ortadoğu: Demokratikleşme dalgasında bir istisna mı?
1991’de yazdığı kitabıyla tüm dünyada yeni bir demokratikleşme dalgası yaşandığını müjdeleyen ve buna “Üçüncü Dalga” adını veren Samuel P. Huntington, bundan iki yıl sonra oldukça karamsar bir havaya sahip olan ve ciddi tartışmalar yaratan, Uygarlıklar Çatışması makalesini kaleme aldı. İki çalışmada da merkezi konumda olan tezlerden birisi, Hıristiyanlığın bireyciliğe ve demokratik değerlere daha yatkın olduğu, bu nedenle demokratikleşme sürecinde önemli bir avantaj sağladığı iddiasıydı. Yazara göre Güney Kore’de Hıristiyanların toplam ağırlıklarının yüzde 25’e ulaşması, ülkenin demokratikleşmesine olumlu etkide bulunmuştu! Aynı bakış açısı 1960’li yıllarda, sadece Protestanların ağırlıkta olduğu ülkelerde demokrasinin yerleşebileceğini savunuyor, Katoliklerin bireyciliği yadsıyan gelenekleri yüzünden otoriter rejimlere yatkın olduklarını iddia edebiliyordu. Gün geldi, Katolik ülkeler de demokratikleşme dalgasına kapıldılar.
Bu bayat tezlerin sahipleri, içeriği pek değiştirmeden aynı görüşlerini bu defa İslam’ın ağırlıkta olduğu toplumlara uyarlamaya başladılar. İslam, barındırdığı “değişmez özler” nedeniyle, otoriter rejimleri besliyor, tam da bu nedenle Ortadoğu, küresel demokratikleşme dalgalarında hep bir istisna oluşturuyordu. Bu yazıda, bu türden kültürcü tezlerin sorunu açıklayamadığı, bunlar yerine kimi yapısal unsurların önerilmesi gerektiği savunulacak.
Yapısal unsurlardan bir tanesi, tarihsel nedenleri de olan, devlet kapasitesinin gelişmişliğiyle ilgilidir. Diğer bir açıklama muazzam petrol gelirlerinin mümkün kıldığı Rantiyer Devlet yapılanmasıdır. Bu yazıda rantiyer devletlerle ilgili kapsamlı bir analiz yapılmayacaktır. Bu iki yapısal unsur- güçlü devlet kapasitesi ve rantiyer devletler- SSCB ve ABD’nin verdikleri desteklerle daha da katmerlenme imkanı buldular. Sadece petrol değil, Arap-İsrail çatışması da, hem uluslararası hem de bölgesel rekabeti kışkırttığı için, Ortadoğu, dünyanın en fazla silahlanan (dünya ortalamasının üç katı oranında!) bölgesi oldu. Böylece devletlerin baskıcı politikaları, “yakın ve uzak tehdid” söylemiyle meşrulaştırılmaya çalışıldı. Devlet kapasitesi, en basit tanımıyla, devletin toplumsal sınıf ve tabakaları şekillendirebilme gücüdür. Bu açıdan bakıldığında, Mısır, Irak ve Suriye, güçlü toprak sahibi sınıfların bulunduğu; eğitimli orta sınıfların 1950 sonrasında gerçekleştirdikleri devrimlerle, bu sınıfların siyasal ve iktisadi güçlerinin büyük ölçüde kırpıldıkları ülkeler olarak öne çıkmaktadırlar. Bu ülkeler, otoriter, modernist, laik cumhuriyetler olarak yapılandırıldılar. Dini ve etnik azınlıklara ve özellikle komünistlere göz açtırmazlarken bir takım sosyalist politikalar uygulamayı da ihmal etmediler.
Devlet, iktisadi alanı denetim altına alarak, kendisine bağımlı bir iş dünyası yarattığı gibi, kendi önceliklerine bağlı ulusalcı bir aydın kuşağı yetiştirmeyi de ihmal etmedi. Bu rejimlerin yaşayabilmelerinde iki önemli unsur dikkati çekiyordu: Birincisi devletin, iktisadi kaynakları devreye sokarak, yoksulların ve özellikle alt-orta sınıfların siyasal sadakatlerini “satın alabilmesi” kapasitesidir. İkincisi, özellikle Sovyetler Birliği tecrübesinden de istifade ederek, muazzam bir baskı aygıtı yaratabilmesidir. İstihbarat, ordu, polis ve para-militer örgütlenmeler yoluyla verilmek istenilen mesaj açıktır: Devletin dışında nefes alacak, adım atacak alan yok! Fakat Sovyetler Birliği’nin dağılması ve yukarıda bahsedilen “sadakat satın alma” politikalarının sonuna gelinmesiyle, bu türden rejimlerde “denizin sonuna” gelinmiştir.
Sözgelimi, ABD yardımıyla ayakta kalan, giderek yozlaşan ve tipik bir yaşlılar yönetimi örneği olan Mısır’da serbest seçimler yapılırsa, sandıktan Müslüman Kardeşlerin çıkması büyük olasılıktır. Tam da bu nedenlerle, 2010’da yapılan genel seçimleri iktidardaki Ulusal Demokrasi Partisi silip süpürdü! Katılımın yüzde 25’i bulmadığı seçimlerde, muhaliflerin yaşadığı bölgelerde sandıklar polis tarafından halktan korundu! Bir önceki genel seçimlerde George Bush’un baskısı altında kaldığı için muhalefete 120 sandalye bahşeden Mübarek’in partisi, 2010 seçimlerinde muhalefete adeta “sıfır çektirmiştir.” Ne var ki muhalefet güçleri, kendi paralel toplumlarını inşa etmekte, Mısır devletini, toplumun taşımak zorunda olduğu, meşruiyeti kalmayan, gereksiz bir yüke dönüştürmektedir. Mısır devleti, bir zamanlar alt sınıfların, özellikle eğitim şansı bulan alt-orta sınıfların sadakatlerini “satın alabilirken”, bugün bu kesimler devletin giderek zayıflayan kapasitesinin farkındadırlar ve onun dışında ve uzağında bir hayat kurmaktadırlar. İktidar ilişkilerinin var olan şekliyle devam edemeyeceği açıktır, ama değişimin ne yönde olacağını son tahlilde toplum ve onun verdiği mücadeleler belirleyecektir.
Benzer bir sürecin 1979’da devrim geçirmiş İran’da yaşanması da ilginçtir. Bugün İran’ı ayakta tutan, İslam Devrimine dair duyulan “İslami” bağlılık değil; Devrim’den sonra yaratılan muazzam bir baskı aygıtı ve büyük ölçüde petrol gelirlerine bağlı olan iktisadi popülizmdir. Yapılan kimi hesaplara göre, rejime ideolojik sadakati olan kesimlerin oranı en fazla yüzde 15’tir. İran, 1979 Devriminin ardından, petrol rantlarına dayalı bir iktisadi popülizm inşa etti. Bu popülizmi sürdürme imkanları daraldığı ölçüde, toplumun baskısını ensesinde hissedecektir. “Petrol gelirlerini yoksul halkın masasına koyacağız”, “İnsanlar devrimci değerlere geri dönüşü sadece başörtüsü meselesi sanıyorlar. Ülkenin asıl meselesi istihdam ve konut sorunudur; kimin ne giyeceği değil,” gibi iktisadi sloganlarla 2005 ve 2009 Başkanlık Seçimlerine giren ve İran Derin Devleti sayesinde bu seçimleri kazanan Ahmedinejad’ın yakın zamanda, yoksul halkın en büyük güvencelerinden olan devlet yardımlarında 40 milyar dolara yakın kesintiye gidileceğini duyurması, “denizin bittiğinin” veya iktisadi popülizm imkanlarının daraldığının açık bir işareti.
Devrimi yapan kuşağın büyük çoğunluğu artık Reformcu saflardadır, değişim istemektedir. Bu kesim, zaman içinde demokrasinin değerini öğrendiği gibi, giderek artan uluslararası dışlanmanın ülkeyi iktisadi iflasa sürüklediğinin farkındadır. Yine bu kesim, İran’ın resmi ideolojisi ve toplumsal gerçeklik arasında giderek artan uçurumu görmektedir. İran toplumu dolaylı ve dolaysız yollardan kendi gerçekliğini inşa ederek, devleti toplumun kıyısına itelemektedir. İran’da seçkinler arasında oluşan çatlağın en önemli nedeni, toplumun, İslamileştirme politikalarını benimsememesi ve uzun vadeli, inişli çıkışlı bir mücadeleyle buna direnç göstermesidir. Bu noktada İran Devletinin baskı aygıtlarının değişime izin vermeyeceği iddia edilebilir. Sahiden de Düzenli Ordu’nun yanında Devrim ideallerine daha bağlı Devrim Muhafızları Ordusu, yoksulları seferber eden faşist para-militer Besiç örgütünün varlığı önemlidir. Ne var ki İran halkı, Şah’a isyan ettiğinde Ortadoğu’nun en güçlü ordularından birisini mağlup etmeyi başarmıştı. Elbette, “Hikaye’de silah varsa patlayabilir.” Ama silahı ateşledikten sonra da sokaklar boşalmıyorsa, silah atan eller tutukluk yapabilirler. Ne de olsa o silahlar halk çocuklarının elindedir…
Son dönemde Ortadoğu halklarının kültürel ve siyasal bilinçleri ve değişim arzuları, kendilerini yöneten yaşlılar kastının ötesine geçmiştir. 1990’lı yıllarda Latin Amerika’da “demokratikleşme dalgası” olarak müjdelenen, aslında neo-liberal reçetelerin halka yutturulmasından ibaret olan “düşük yoğunluklu demokrasi” masalı sona erdi. Onun yerine 2000’li yıllarda, örgütlü halkın çoğulcu muhalefet tarzları inşa etmesiyle, aşağıdan yukarıya gerçek bir demokratikleşme dalgası oluştu. ABD bütün enerjisini Ortadoğu’ya yöneltirken, “arka bahçesinde” demokrasi gülleri açıverdi. Darısı başımıza değil, ayaklarımıza…
Friday, February 18, 2011
Subscribe to:
Post Comments (Atom)
No comments:
Post a Comment